Dünya’da aşırı sağ güçlenirken kadın ve LGBTİ+ lara karşı düşmanlık ve hak ihlalleri artıyor. Türkiye’de de son zamanlarda toplumsal cinsiyet eşitliği yasaklanan bir kavrama dönüşüyor. Normal doğum ve aile kutsanırken aile içindeki emek sömürüsü ve şiddet görünmüyor. Feministler olan biten karşında nasıl bir mücadele öneriyor? Kulak veriyoruz.

Popülist, aşırı-sağ ve otoriter hareketler güçlenirken, kadın+ hakları alanında yüzyıllar süren mücadelelerle elde edilen kazanımlar kaybedilme tehlikesi altında. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumsal cinsiyet eşitliği (TCE) kavramı istenmeyen hatta kullanılması yasaklanan bir kavrama dönüşüyor. Türkiye’de de durum farklı değil; kürtaj “cinayet” olarak tanımlanıyor, kadınlara “normal doğum” yapmaları, gençlere evlenip aile kurmaları ve sonra 3 çocuk telkin ediliyor. Yetmiyor, Aile Yılı ve şimdilerde “Aile ve Nüfus On Yılı” ilan ediliyor.
Tüm bunlar olurken kadın+ ve feminist örgütler ne yapıyor? Elbette öfkeleniyor, itiraz ediyor, direniyor, mücadele hattını korumaya ve hatta genişletmeye çalışıyor. Türkiye’de TCE’ni ve emek ile olan ilişkisini Aralık Feminist Kolektiften Berfin Atlı, Disk Genel-İş Sendikası İstanbul 2 No’lu Şube Mali Sekreteri Zuhal Kaynak, trans feminist İris Mozalar ve Kırkyama Kadın Dayanışması’ndan Tülay Korkutan ile konuştuk. Her birinin ortaklaştığı ana mesaj “kurulan tüm sistemlerde mücadelemiz baki!” Şüphesiz kadın emeği cinsiyet eşitliği bakışıyla şekillenerek, kadınlar+’lar dahil tüm cinsiyet kimliklerini-yönelimlerini kapsamalı ve çoğulcu bir anlayışla eşitliği hedeflemeli.
Aileyi şefkat figürü haline getirmek
Aile Bakanlığı’nın Aile Yılı’nda toplumsal cinsiyet eşitliği (TCE) kavramına dair tutumunu ve “Uluslararası Aile Forumu” ile “Küreselleşen Dünya’da Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi” temasını belirlemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Berfin Atlı: İktidarın “Aile Yılı” ilanı, aslında feministler için şaşırtıcı değil. Uzun zamandır patriyarkayı bir yönetim biçimi olarak kurumsallaştıran, kadınları ve LGBTİ+’ları hedef alan, toplumsal cinsiyet eşitliğini “sapkınlık” gibi göstermekten geri durmayan bir çizgi var karşımızda. Bu çizgi, önce Kadın Bakanlığı’nı Aile Bakanlığı’na dönüştürdü, ardından Aile Bakanlığı’nı da bir eşitlik politikası yürütmesi gereken yer olmaktan çıkardı; aileyi kutsayan, kadını yalnızca anne, eş, fedakâr “şefkat figürü” olarak gören, LGBTİ+’ları ise bu aileye tehdit olarak kodlayan bir mekanizmaya dönüştürdü.
“Uluslararası Aile Forumu”nun teması da bu çizginin küresel düzlemde meşrulaştırılma çabası. Küreselleşen dünyada “aileyi koruma” söylemi, bir yandan uluslararası feminist kazanımlara, CEDAW’a, İstanbul Sözleşmesi’ne ve toplumsal cinsiyet eşitliğine açık bir saldırı anlamına geliyor. Ama öte yandan da Türkiye’de artan yoksulluğa, kadın yoksullaşmasına, bakım krizine, güvencesizliğe gerçek çözümler üretmek yerine, aileyi bir “çare” olarak dayatıyor. Kadınlar, erkek şiddetine maruz kalmaya devam ederken; LGBTİ+’lar ailelerinden dışlandıkları için sokakta, yurtsuz, güvencesiz yaşarken, bu forumda ailenin “korunması” çağrısı yapmak, hem gerçeklerden kopuk hem de doğrudan şiddet üretici bir pozisyon aslında. Dolayısıyla bu Forum Türkiye bağlamında otoriter ve patriyarkal bir siyasetin uluslararasılaşma arayışı olarak okunabilir. Bu küresel karşıtlık cephesine Türkiye’nin resmen eklemlendiğini görüyoruz artık.
Şiddetin üzeri örtülüyor
İktidarın bu yaklaşımıyla mücadele etmek, yalnızca TCE’yi bir kavram olarak savunmakla değil, aynı zamanda cinsiyet eşitsizliğini görünür kılan politik bir hat kurmakla mümkün ve bunun bir ayağı da sokakta olmalı. Mesele sadece eşitlik de değil; kimin hayatı kıymetli, kimin hayatı savunulmaya değer, bu soruların cevabını belirleyen bir ideolojik kuşatma var karşımızda. Bu kuşatmanın altında TCE’ye yönelik kurumsal saldırılar, iktidarın yıllardır ördüğü cinsiyet rejiminin bir devamı ve şimdi biraz daha derin ve daha sistemli ideolojik hamlelerle karşı karşıyayız. Aile, bu kuşatmanın merkezinde yer alıyor çünkü hem iktidarın siyasal tahayyülünde hem ekonomik sistemde hem de dini/ahlaki düzen kurma çabasında bir “kontrol aygıtı” olarak işlev görüyor.
Tam da bu nedenle TCE’yi sadece bir kavram olarak sahiplenmek yetmeyebilir çünkü TCE’ye dair düşmanlık, yalnızca kavrama karşı duyulan alerji değil; kadınların, LGBTİ+’ların ve genel olarak eşit yurttaşlık hakkı talep eden herkesin dışlanmasını, susturulmasını ve suçlulaştırılmasını içerir. “Aileyi güçlendirmek” ifadesi ise her şeyden önce devletin kendi kurduğu aile tanımını, yani geleneksel-patriyarkal ve heteroseksüel aile tanımını mutlaklaştırma çabası. Bu tanımda şiddetin üzeri örtülüyor, emeğimiz gasp ediliyor, kadınlar ve LGBTİ+lar ise ölüyor.

“Eşitlik aile düşmanı ilan ediliyor”
İris Mozalar: Mevcut siyasi iktidarın “Aile Yılı” ilanı ve bu doğrultuda düzenlediği “Uluslararası Aile Forumu”, aslında uzun süredir devam eden patriyarkal, heteronormatif ve neoliberal ideolojik yapılanmanın bir yansıması. Bu yaklaşımda aile, yalnızca cis-heteroseksüel, evli, çocuklu ve belirli toplumsal rollerin içselleştirildiği bir kurum olarak tanımlanıyor. Bu anlayış, biz feministler için ciddi bir mücadele gündemi.
“Aile”nin, kapitalist sistemin yeniden üretimi için vazgeçilmez bir araç olduğu aşikâr. Aile kadın emeğinin karşılıksızlaştırıldığı, bakım emeğinin görünmezleştirildiği ve kadının ev içi işlerle özdeşleştirildiği bir kurumdur. Bu “tek tipleştirici aile” modelinin dışına çıkan tüm kimlikler -translar, kuirler, bekar kadınlar, çocuk yapmamayı tercih edenler, alternatif yaşam biçimleri- sistematik olarak dışlanıyor, yok sayılıyor ve hatta yok edilmeye çalışılıyor.
Bu forum ve Aile Yılı politikaları, “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramını açıkça hedef alıyor. Eşitliği, adeta “aile düşmanı” gibi çerçeveleyerek kadınların, LGBTİ+’ların ve emeği görünmeyen tüm kesimlerin taleplerini bastırmaya çalışıyor. Bu strateji, yalnızca ideolojik bir saldırı değil, aynı zamanda kazanılmış haklarımızın gaspını meşrulaştırmanın bir aracı.
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Yerine, Aile ve Fıtrat!
Tülay Korkutan: Biz kadınlar uzun bir süredir AKP iktidarının kadın düşmanı politikalarına, haklarımıza yönelen saldırılara ve bunlardan güç alarak artan erkek şiddetine karşı mücadele ediyoruz. Ancak son yıllarda öne çıkan aileci, kadın ve LGBTİ+ düşmanı politikaların, bunlar üzerine kurulan siyasi ittifakların kadınların hayatında somut yansımaları olduğunu görüyor ve bunlara karşı hem ideolojik-politik hem de fiili bir mücadelenin yeni yol ve yöntemlerini aramaya çalışıyoruz.
Ve biliyoruz ki bu politikalar sadece Erdoğan’la simgeleşen Türkiye’deki rejime özgü değil. Bütün dünyada yeni sağ – neo faşist diye tanımlanan iktidarların benzer politikaları temel dayanak haline getirdiğini görüyoruz. Toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı politikalar ve hareketler, boşanmayı engelleme, nafaka hakkını gasp etme, kürtajı yasaklama, erkek şiddeti karşısında kazanımımız olan yasal metinlerin iptali, kaldırılması, değiştirilmesi gibi kadınların kazanılmış haklarına dönük saldırılar artıyor. Aileyi merkezine koyarak kadınları ailenin içine hapseden ve buna karşı tehdit olarak gördüğü LGBTİ+ları, feministleri hedef alan politikalar güçleniyor. Ve tabi bunlar karşısında mücadele de yaygınlaşıyor. Kadınlar bütün dünyada direniyor.

Zuhal Kaynak: Siyasi iktidarın söylemlerinde, toplumsal cinsiyet eşitliği yerine “aile bütünlüğü”, “fıtrata uygunluk”, “kadın ve erkeğin tamamlayıcılığı” gibi daha geleneksel kavramlar öne çıkıyor. TCE’nin, özellikle kadın hakları ve LGBTQ+ bireylerin görünürlüğü açısından sunduğu ilerici çerçeve, iktidarın politik söylemlerinde eleştiriliyor ya da “Batı merkezli bir dayatma” olarak sunuluyor. Bu da Türkiye’nin kadın hakları ve toplumsal cinsiyet politikalarında ne kadar geride olduğunu bize aktarıyor.
“Koruma ve güçlendirme” ifadesi ilk bakışta nötr görünse de bu söylem genellikle “mevcut aile yapısının muhafazası”nı amaçlayan bir politikayı ima ediyor. Bu yaklaşım, kadınların bireysel hakları yönelik bir saldırı olarak algılanmalıdır.
“Eşitlik yalnızca hedef değil yöntem de oluyor”
Sizin için hem kurumsal olarak içinde yer aldığınız oluşumlar hem bireysel olarak özel hayatınızda TCE ne ifade ediyor? Hayatınızda TCE’nin yeri nedir?
Berfin Atlı: TCE benim için, bir kişi olarak hayatla kurduğum ilişkinin, insanlarla kurduğum bağların, sevmenin, özen göstermenin, bakım vermenin ve almanın politikası. Gündelik hayatın içinde patriyarkanın binbir türlü tezahürünü görmek mümkün. TCE ise bazen bir toplantıda herkesin söz alabilmesi için uğraş vermek oluyor, bazen de bakım yükünü tek başıma taşımayı reddetmek, emek paylaşımında ısrarcı olmak anlamına geliyor. Kimi zaman da LGBTİ+ların haysiyet mücadelesine, görünürlük talebine ortak olmak, hatta birlikte susmamayı seçmek oluyor.
Aralık Feminist Kolektif olarak ise TCE, yalnızca “temsil” ya da “eşit katılım” meselesi değil. Bu kavramı nasıl anlamlandırdığımız, onu neyin yerine koyduğumuz önemli. Bizim için TCE, eşitliği maddi koşullarıyla birlikte düşünmek demek. Örneğin bir çalıştayda yalnızca kadın kotası koymakla değil, çocuk bakım alanları açmakla, erişilebilirlik sağlamakla da ilgileniyoruz. Eşitlik burada yalnızca hedef değil, yöntem de oluyor.
Zaten TCE’yi yalnızca kamusal alana ait bir mesele olarak gördüğümüzde, ev içi eşitsizlikleri, aşkı, arkadaşlığı ve dayanışmayı da patriyarkanın insafına bırakmış oluyoruz. TCE kavramı bu anlamda her şeyi karşılayan bir reçete de değil bizim için. İçeriğini kendi politikamızla ve deneyimlerimizle doldurmaya çalışıyoruz.
“TCE kavramını queerleştirmek”
İris Mozalar: Toplumsal cinsiyet eşitliği benim için hem kişisel bir mücadele hem de kolektif bir varoluş alanı. Kendi kimliğimle yer aldığım oluşumlar -özellikle LGBTİ+ örgütlenmeler, transfeminist ağlar ve mekansal boyutta çalışan yerel dayanışma yapıları- toplumsal cinsiyet eşitliğini bir anayasa ilkesi olarak değil, yaşamsal bir zorunluluk olarak ele alıyor.
Bireysel düzeyde ise toplumsal cinsiyet eşitliği benim için güvenle yaşamakla, kendi kimliğimi ve bedenimi özgürce ifade edebilmekle, emek sömürüsüne karşı durabilmekle ve başkalarının da bunu yapabilmesinin yollarını birlikte açmakla ilgili. Toplumsal cinsiyet eşitliği sadece kadınlar ve erkekler arasında eşitlik meselesi değil; bu kavramı queerleştirmeden, sınıfsal ve ırksal dinamiklerle birlikte düşünmeden tam anlamıyla bir özgürleşme mümkün değil.
Zuhal Kaynak: TCE kavramı bizim için eğitim, sağlık, istihdam, siyaset gibi alanlarda herkesin aynı haklara erişimi, fırsat eşitliği, kadın ve erkeğe yüklenen toplumsal rollerin sorgulanmasını ve daha özgür bir kimlik alanının açılması, kadınların karar alma süreçlerinde eşit temsili, şiddete karşı korunması ve ekonomik bağımsızlığı gibi güçlenme alanlarının oluşturulması.
TCE; eşit temsil, şiddetsiz bir yaşam, ekonomik bağımsızlık, özgürlük ve özne olma, görünürlük ve değer olarak hayatımızın vazgeçilmezi. Kısacası; TCE kadınlar için bir ayrıcalık değil, temel bir insan hakkıdır.

Görünmezleştirilen, Değersizleştirilen, Cinsiyetlendirilmiş Emek!
TCE kavramını “kadın emeği” odağında nasıl değerlendirirsiniz? Emek, kadın emeği ve TCE kavramlarını nasıl ilişkilendirirsiniz? Paylaşabileceğiniz somut örnek ve hikayeler olabilir mi?
Berfin Atlı: Aslında kadın emeği tartışmaları için daha ana eksenimiz, patriyarkal kapitalizmin çıkarları üzerinden devletle arasındaki ilişkiler üzerinde odaklanıyor. Salt TCE üzerinden yaklaşılması eksik bir okuma olurdu, çünkü örneğin Kuzey Avrupa ülkelerinde bu eşitliğin sözüm ona sağlandığı iddia edilirken, hala işin cinsiyetlendirilmesi, kadınlar için güvencesiz çalışmanın norm olması ve düşük ücretler patriyarkanın nasıl hala köklü bir sistem olduğunu gösteriyor. Yine de kadın emeği ile TCE’yi birlikte düşünmeden, bu kavramı içi boş bir “temsil” tartışmasına hapsetmiş oluruz. Kadın emeği dediğimizde yalnızca ücretli emek değil, görünmeyen, karşılıksız, ev içi, bakım, duygusal ve ilişkisel emeği de kastediyoruz.
Bugün Türkiye’de kadınların çoğu hâlâ ev içinde ücretsiz emekçi, işyerlerinde düşük ücretli, güvencesiz ve esnek çalıştırılan birer emek gücü olarak görülüyor. Ve iktidarın aile merkezli politikaları, kadınları tam da bu konuma geri itmeye çalışıyor. Mesela birlikte çalıştığımız bazı kadın arkadaşlarımız, bakım emeği nedeniyle evden çıkamıyor ama bu hiç görünmüyor. Kurumsal alanlarda anneler toplantılara çocuklarıyla geliyor ama mekanlar buna göre düzenlenmemiş. LGBTİ+ biri iş yerinde yöneticisi tarafından “fazla maskülen” bulunduğu için dışlanabiliyor.
TCE’yi emekle birlikte düşününce, bütün bu hikâyeler birbiriyle ilişkili görünüyor. Hepsinin emek boyutu var. Kadın emeğinin değersizleştirilmesi boyutu var. Ekonomik bir mesele evet fakat aynı zamanda kültürel ve ideolojik bir mesele de. Kadınların çalıştığı işlerin “yardım” olarak görülmesi, emeklerinin “doğal” ya da “karşılıksız” sayılması, tüm eşitsizliklerin yeniden üretildiği yer. Nitekim, TCE’yi bu düzlemde savunmak, emeği görünür kılmak ve eşit paylaşımı talep etmekle doğrudan bağlantılı.
Toplumsal cinsiyet eşitliği, kadınların üretim süreçlerine tam ve hak temelli katılımını ama aynı zamanda görünmeyen, değersizleştirilen bakım emeğinin tanınmasını da kapsamak zorunda. Zira kadın emeğinin en büyük iki özelliği: güvencesizlik ve görünmezlik.
Sivil toplumda çalışan bir kadın olduğumu hayal edelim: ailemin bakım veya ekonomik yükünü omuzlarken, aynı anda başka bir yerde öğrenci olan kardeşimin sorumluluğunu, kendi evimin ev işini ve iş yerindeki görevleri üstleniyorum. Üstelik tüm bu emek, çoğu zaman “doğal” sayılıyor. Kimse “sen ne kadar çok şey yapıyorsun” demiyor. İş yerlerinde yükselme, terfi söz konusu olduğunda da kadınlar yerine daha fazla “vakti olan” ve çoğu zaman daha “istikrarlı duygular hisseden” erkekler tercih ediliyor. Burada eşitlik nerede?

Formel İş gücünden Dışlanan Trans Kadınlar
İris Mozalar: Kadın emeği, özellikle bakım emeği hem görünmez hem karşılıksız bırakılıyor. Bu emeğin kapitalizmin sürdürülmesinde kilit rol oynadığını belirtmiştim. Kapitalizm, ev içi emeği ücretlendirmeden kadının bedenine ve zamanına el koyuyor. Bence bu sömürü yalnızca toplumsal cinsiyete değil, aynı zamanda kapitalizmin ve ona bağlı olarak mevcut iktidarın yok saymaya çalıştığı çeşitli cinsiyet kimliklerine de dayalı.
Ben bir trans kadın olarak hem gündelik hayatta hem de çalışırken, bedenimin nasıl hem metalaştırıldığını hem de tehlikeli bulunduğunu deneyimliyorum. Toplumsal cinsiyet eşitliğini bu çelişkiler üzerinden düşünmek gerekiyor. Eşitlik söylemleri çoğu zaman trans kadınların emek deneyimlerini dışarıda bırakıyor. Mesela trans kadınların çoğu zorunlu olarak seks işçiliği yapıyor.
Seks işçiliği yapmak zorunda bırakılan çoğu trans kadın, sosyal güvenceden mahrum, güvencesiz koşullarda çalışıyor; şiddete karşı hiçbir devlet korumasına sahip değil aksine sıkıştırıldıkları tek alan olan seks işçiliğinde de devlet şiddeti ve baskısı ile karşı karşıyalar. Fakat seks işçileri yine de yaşamlarını emek vererek sürdürmeye çalışıyorlar. Bu görünmez emek, toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının kapsamı dışında tutulduğunda, o politikaların kapsayıcı değil, seçici olduğu ortaya çıkıyor.
Biz translar için TCE kavramı ile emek arasındaki ilişkiyi daha somut olarak şu şekilde açıklayabilirim: Bildiğimiz gibi bu düzende tüm işçiler emek gücünü satmaya zorlanır. Ancak trans kadınlar, bu emek piyasasına dahi çoğunlukla dahil olamazlar. Çünkü, devletin ve özel sektörün normatif cinsiyet rejimi, trans kadınları “makbul yurttaş” kategorisinin dışına itiyor. Cinsiyet kimliği temelindeki ayrımcılık biçimleri, trans kadınların formel işgücü piyasasından dışlanmasına neden oluyor. Eğitim, sağlık, barınma gibi temel haklara erişimdeki engeller, trans kadınları kırılganlaştırıyor. Dolayısıyla, trans kadınlar üretim ilişkilerine dahi katılamayacak şekilde dışlanarak, yaşamak için bedenlerinden başka hiçbir “meta”ya sahip olmayan bir konuma itilmiş olurlar, yani trans kadınların bedenleri doğrudan ‘’meta’’ haline getiriliyor.
Devlet, bu emek biçimini tanımıyor, güvencesiz bırakıyor, ancak kentsel politikalar ve paralel ilişkilerle dolaylı biçimde rant üretiyor. Böylece trans kadınların emekleri, hem biçimsel olarak güvencesiz kalıyor hem de kapitalist sistemin dışsal ama sömürülebilir bir parçası haline geliyor. Toplumsal cinsiyetin sınıfla kesiştiğini ve onu yeniden ürettiğini biliyoruz. Bu bağlamda yoksulluk, toplumsal dışlanma ve sistematik şiddet, trans kadınları hem emek piyasasının hem de sosyal yeniden üretim alanlarının dışında tutuyor.
Bizler direnişin özneleriyiz
Trans kadınların, o öve öve bitiremedikleri ‘’aile’’den koparılması, bizlerin patriyarkal ailenin yeniden üretiminden dışlanmasına, dolayısıyla yaşamlarımızı sürdürebilecek alternatif ağlardan mahrum kalmamıza neden oluyor. Tüm bu dışlanmalar biz trans kadınları, kapitalist patriyarkanın en kırılgan ve savunmasız özneleri haline getiriyor. Devlet, trans kadınlara karşı polis şiddeti, hukuki dışlama, barınma engelleri gibi yollarla baskı uyguluyor. Bu disiplin mekanizmaları, trans kadınları seks işçiliğine zorluyor ve orada tutuyor. Dolayısıyla seks işçiliği sistematik olarak inşa edilmiş bir zorunluluk haline geliyor.
Trans kadınların bu konumda kalmasını kader olarak kabul etmiyoruz çünkü bizler aynı zamanda direnişin de öznesiyiz. Seks işçiliği yapılan kentsel mekanlar, sadece sömürü mekanları değil, aynı zamanda potansiyel olarak dayanışma, kolektif mücadele ve örgütlenme alanları. Bu direniş halinin hem sınıf temelli hem de toplumsal cinsiyet temelli bir devrimci potansiyel taşıdığını düşünüyorum.

Kutsal Ailede Kadın Emeğinin Katmerli Sömürüsü!
Tülay Korkutan: Kadınların emeğinin gasp edildiği, evde harcadığı karşılıksız emeğin görünmezleşmesine elbette ki TCE ile değerlendirebiliriz. Cinsiyete dayalı iş bölümü ve toplumsal cinsiyet ilişkileri bağlamında biz kadınların emeği görünmez kılınıyor. Çocuk, yaşlı, engelli bakımı biz kadınların doğal işiymiş gibi görünüyor. Tüm bunları yapmak için evlerde olmamız gerekir eğer çalışacaksak da esnek, yarı zamanlı, güvencesiz işler olmak durumundadır.
Bütün gün çalışırsın ama akşama “ne yaptın ki bugün” yanıtını alırsın. Artan yoksulluğun maddi ve psikolojik yükünü kadınların ev içinde yüklenmesi istenir. Kutsal Aile denir ama o ailenin içinde kadınların emeğinin katmerli sömürüsü vardır. Kadınlar annedir ve cennet hatta annelerin ayaklarının altındadır denir ancak o anneler o evlerin içinde sömürülür.
Tabii bir de iş yerlerinde yaşadıklarımız var: erkeklerle aynı işi yaparız ama aynı maaşı almayız. Üstüne bir de mobbingle, tacizle karşı karşıya kalırız. Ekonomik krizde “vasıfsız” görülerek ilk işten çıkarılan da yoksullaştırılan da, krizin yarattığı “stres”, “bunalım”, “depresyon” bahanesiyle erkeklerin şiddetine uğrayan da yine biz kadınlar oluruz.
Zuhal Kaynak: TCE kadın emeği ile doğrudan ilişkilidir çünkü kadınların hem görünür hem de görünmeyen emeği tarih boyunca sistematik olarak değersizleştirilmiş, görmezden gelinmiş ya da bedelsizleştirilmiştir. TCE perspektifinden bakıldığında kadın emeği sadece iş gücü piyasasında değil, ev içinde, bakım hizmetlerinde, tarımda ve kayıt dışı alanlarda güçlendirilmesi gerekmektedir.

Kadın örgütleri, emek hareketlerinde yer alan kadınlar, kadın işçiler, Aile Bakanlığı ve siyasi iktidarın TCE konusundaki yaklaşımları-politikaları karşısında ne yapıyor? Neler yapabilir? Nasıl adımlar atılıyor? Eleştirileriniz ve önerilerinizi paylaşır mısınız?
“Kadın işçilerin sendikalarda bağımsız alanlar yaratması çok kıymetli.”
Berfin Atlı: Kadın hareketi bu konuda yalnız ama çok ısrarcı. Aile Bakanlığı’nın eşitlik politikalarını tasfiye etmesine, eşitlik birimlerinin kapatılmasına ve LGBTİ+ karşıtı söylemin kurumsallaşmasına karşı ilk ses yükseltenler her zaman kadın örgütleri oldu. Özellikle yerel düzeyde, kadın danışma merkezleri ve dayanışma ağları üzerinden yürütülen mücadele, bu politikaların boşluğunu görünür kılıyor.
Yani tüm baskıya, kriminalize edilmeye ve kaynak daralmalarına rağmen, kadınlar eşitlik mücadelesinin yükünü sırtlamaya devam ediyor. Yereldeki ve merkezdeki kadın dernekleri, belediye kadın danışma merkezleri kapatıldığında ya da bütçeleri azaltıldığında, bu boşluğu gönüllülükle dolduruyor. Kadın işçiler, sendikaların erkek egemen yapısına rağmen kendi dayanışma ağlarını kuruyorlar. Grevlere çocuklarıyla katılan kadınlar hem emekleri için hem de bakım sorumluluklarının kolektifleştirilmesi için ses çıkarıyorlar.
Tabii mevcut durumda sendikal hareketin, emek alanındaki mücadelelerin cinsiyet körü olduğunu da söylemek gerekir. Kadın işçiler hâlâ çoğu sendika yapısında temsil edilmiyor, sorunları öncelik haline getirilmiyor. Bugün tekstilden sağlığa, eğitimden hizmet sektörüne kadar kadınların yoğun olduğu pek çok alanda ciddi emek sömürüsü ve cinsiyet temelli ayrımcılık yaşanıyor. Bu nedenle, feministlerin sendikalarda daha örgütlü hale gelmesi, kadın işçilerin kendi sözlerini kurabilecekleri bağımsız alanlar yaratması çok kıymetli.
Bu çerçevede bizim eleştirimiz, TCE kavramına saldırı bu kadar yoğunken, bazı siyasi yapıların bu konuyu hâlâ tali mesele gibi görmeye devam etmesi… Sanki TCE’ye sahip çıkmak, yalnızca “kadın meselesiymiş” gibi. Bunun demokrasi ve insan hakları mücadelesinin temel bir parçası olduğunu daha çok akılda tutmak gerekiyor.
Bireysel olarak önerim şu olabilir: Eşitlik kavramını yalnızca savunmakla yetinmeyelim, onu feminist bir yerden yeniden tanımlayalım. Eşitliği sadece raporlarla değil, sokakta, iş yerinde, evde, her yerde savunalım. Erkeklerden “destekçi” olmalarını ummayalım, fail olarak kendi konumlarını sorgulamanın, yüzleşmenin ve dönüşmenin onların sorumluluğu olduğunu hatırlatalım. LGBTİ+’ları dışlayan hiçbir eşitlik mücadelesinin gerçekten eşitlik olmadığını yüksek sesle söyleyelim.
İris Mozalar: Bugün kadın hareketi, toplumsal cinsiyet eşitliğine dönük saldırılara karşı güçlü bir hafıza, direnç ve dayanışma ağı örüyor. Kadın örgütleri, trans ve kuir oluşumlar, sendikalardaki kadınlar ve farklı konumlardan kadın ve LGBTİ+ emekçiler; tüm bu saldırılar karşısında sadece tepki vermekle kalmıyor, aynı zamanda bilgi üretiyor, mücadeleyi ortaklaştırıyor ve politik alternatifler geliştiriyor.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sürecinde olduğu gibi, “Aile Yılı” teması etrafında örülen muhafazakâr, cinsiyetçi ve heteronormatif politikalar karşısında da kadınlar her yerde -sokakta, üniversitede, fabrikada, meclis önünde- toplumsal cinsiyet eşitliğinin kriminalize edilmesine karşı ses çıkarıyor.
Bugün birçok kadın oluşumu yalnızca karşı durmakla yetinmiyor; yerel dayanışma modelleri kuruyor, eşitlikçi yaşam pratikleri örüyor, birlikte yaşamanın kolektif yollarını tartışıyor. Bu çabalar sadece mücadele biçimleri değil, aynı zamanda başka türlü bir hayatın inşasına dönük politik iddialardır bence.
Kadın işçiler, üretim süreçlerinde düşük ücret, güvencesizlik, mobbing ve taciz gibi çok katmanlı eşitsizliklerle karşı karşıya kalıyor. Aynı zamanda ev içi bakım emeğiyle birlikte iki kat sömürülüyorlar. Kadınların durumu bireysel değil; kapitalist, cisheteropatriyarkal düzenin yapısal bir sonucu.

“Emek Hareketi Tüm Cinsiyet Kimlik ve Yönelimleri Kapsayarak Yeniden İnşa Edilmeli”
Feminist örgütler ve kadın hareketi bu eşitsizlikleri görünür kılmaya çalışırken, aynı zamanda bu mücadelenin çerçevesini de genişletmeye çalışmalı. Trans kadınlar, LGBTİ+’lar, seks işçileri, ev işçileri, mevsimlik tarım işçisi kadınlar ve göçmen kadınlar da emek sürecinin bir parçası -ama çoğu zaman görünmezleştiriliyor, dışlanıyor ya da informel alanlara sürülüyor.
Bizler için toplumsal cinsiyet eşitsizliği yalnızca kimliğimize dönük bir baskı değil; geçim krizine, barınma sorununa ve sürekli bir şiddet tehdidine dönüşüyor. Bu nedenle emek hareketinin, tüm cinsiyet kimliklerini ve yönelimleri kapsayacak şekilde yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Kadın ve LGBTİ+ işçilerin öfkesi büyüyor. Bu öfkeyi ortak bir mücadele hattına dönüştürmek, sadece feminist hareketin değil, aynı zamanda tüm sınıf siyasetinin sorumluluğudur.
Kadın örgütleri ve özellikle feminist kolektifler, iktidarın toplumsal cinsiyet eşitliğini hedef alan politik söylemine karşı çok önemli bir direniş hattı örüyor. Ancak bu hattın daha da çoğulcu, farklılıkları tanıyan ve kuir bilgi ve deneyimi içeren biçimde genişletilmesi gerekiyor.
Tülay Korkutan: Feministler olarak partiyarkaya karşı mücadele ediyoruz ve bu mücadele öyle hemen bitmeyecek ne yazık ki. Kurulan tüm sistemlerde mücadelemiz baki! “Yarına ertelemeyen bugünden yapılacaklar da elbette ki var” diyoruz.
Öncelikle kadın ve feminist örgütlerin tarihsel olarak bir birikimi var bu birikim görülmeli. Kadın ve LBGTİ+ düşmanı politikalardan vazgeçilmediği sürece bugün ne önersek ne yazık ki yerini bulmayacaktır. Bu sebeple bu düşman politikalara karşı mücadelemizi daha da büyütmeye ihtiyacımız var. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin olduğunun kabul edilmesi gerekiyor fakat bu kabul edilmiyor ve ders kitaplarından çıkarılıyor. Toplumsal yeniden üretimde kadınların emeği görünmüyor ve bakım emeği biz kadınların sırtında, bu emek kamusallaşmalı. Çocuk, yaşlı bakımı ücretsiz erişilebilir hale gelmeli. Evlerdeki işler erkeklerle eşit paylaşılmalı. Kadınlara dayatılan annelik rollerinden ve kutsal aile gibi söylemlerden ve politikalara son verilmeli.
Zuhal Kaynak: Kadınlar hak temelli mücadelelerde (İstanbul Sözleşmesi, 6284 sayılı yasanın etkin bir biçimde uygulanması, nafaka hakkı..) ses yükseltmeye, meydanlarda, alanlarda olmaya devam ediyor. Sendikalarda kadın komisyonları oluşturarak TİS’lerde daha güçlü olmaya çalışıyoruz.

“En kırılgan kesimlerin sesi olmak”
İris Mozalar: Toplumsal cinsiyet eşitliği, sadece bir politika başlığı ya da slogan değil; hayatlarımızın merkezine oturması gereken bir kavram. Bugün ülkede ve dünyada, aile, emek, kimlik ve özgürlük alanlarında yaşadığımız krizlerin temelinde, bu kavramın sistematik olarak dışlanması da yatıyor.
İktidarın “Aile Yılı” gibi inşa ettiği dar ve tek tip aile modelleri, toplumsal çeşitliliği ve özgürlüğü yok sayıyor, bizleri görünmez kılıyor. Oysa eşitlik; kim olursak olalım, hangi cinsiyetten ya da yönelimden olursak olalım, emeğimizin, yaşam hakkımızın ve bedenlerimizin hakkını eşit ve adil biçimde savunabilmekten geçer.
Bu nedenle, mücadele alanlarımızda kapsayıcı, çoğulcu ve radikal bir eşitlik anlayışı geliştirmek zorundayız. TCE’nin sınıfsal, ırksal vb. meselelerle içe içe geçmiş bir mesele olduğunu görmeli ve bu adaletsizlikleri köklü biçimde ortadan kaldıracak radikal bir dönüşüm olarak ele almalıyız. Feminist hareketlerin ve emek örgütlerinin, dışlananların sesi olmak için kolektif ve dayanışmacı politikalar üretmesi şart. Toplumsal cinsiyet eşitliği ancak bu yolla gerçek anlamda özgürlük ve adaletin kapısını açabilir. Son olarak, bu mücadelede en kırılgan kesimlerin sesi olmak, onların deneyimlerinden öğrenmek ve onların öncülüğünü desteklemek, politikaların başarısı için kritik önemde…
Ana fotoğraf: Güliz Sağlam










