Vakıf üniversitesi akademisyenleri, “eşit işe eşit ücret” talebiyle mücadeleyi yükseltiyor. Bu mücadeleyi konuştuğumuz kadın akademisyenler, kurumlarındaki cinsiyetçi pratiklere de dikkat çekiyor: “Kadın akademisyenlere ‘yardımcı işler’ daha kolay buyuruluyor. Bu işler, bölüme kandil simidi ikram etme görevine kadar uzanıyor.”

Vakıf üniversiteleri olarak sıfatlandırılan kurumlar, belli bir toplumsal ilişkiler sistemi içinde bilginin bir kaynağı olarak görülen eğitimin metalaştırılmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Bilgi bir amaç olmaktan çıkarılıp bir araca dönüştürülmeye başlandığında bu üniversitelerin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Kapitalist bir toplumda genelde eğitimin, özelde üniversite eğitiminin dev bir pazar olarak ticaretin konusu olmasından daha doğal ne olabilirdi ki? Önce bilginin saf meta haline dönüşmesinin ve serbest mübadelesinin önündeki engel olan kamusal eğitim kaldırılmalıydı (Özsoy, 2002).
Türkiye’de vakıf üniversiteleri bu sürecin bir parçası olarak, tesadüfi olmayan bir şekilde, 1980’lerden sonra kuruldu. Ama eğreti bir şekilde! Öyle ki vakıf üniversitelerini konu alan bir çalışma, tanımlama zorluğu yaşayarak bu kurumları, ‘sözde vakıf’ üniversitesi olarak tanımladı (Vatansever ve Gezici Yalçın, 2015).
Barış için Akademisyenler bildirisine imza attığı için işinden edilen Yrd. Doç. Dr. Rana Gürbüz’ün ihracından iki yıl önce meslektaşı Yüksel Akkaya ile yaptığı bir araştırma (2014) da bu eğretiliği ortaya koyuyordu. Gerçekten de bu üniversitelerin kuruluş mevzuatı ile fiili durum oldukça farklı özellikler taşıyordu.(1) Bu belirlemeler önemli; çünkü halk dilinde özel üniversite olarak da bilinen, kurumsal adıyla vakıf üniversitelerinde yaşananları anlamak için bu “dev pazarı” yakından tanımak gerekiyor.
Anayasanın 130’uncu maddesine göre, “Kanunda gösterilen usul ve esaslara göre, kazanç amacına yönelik olmamak şartı ile vakıflar tarafından, devletin gözetim ve denetimine tabi yükseköğretim kurumları kurulabilir.” Bu maddenin yürürlüğe girmesinin ardından eğitimde özelleştirme hızlıca yaygınlaşmaya başladı. YÖK’ün açıkladığı son istatistiklere (2) göre bugün, ülke genelinde bulunan 208 yükseköğrenim kurumunun 129’u devlet üniversitesiyken; 75’i vakıf üniversitesi, 4’ü ise vakıf meslek yüksekokulu.
Yasa hükmü çok açık olmasına karşın vakıf üniversitesi olarak kurulmuş bütün üniversiteler, açgözlülükle “öğrenci-müşteri” anlayışını geliştirdi ve temel amaç “gelir” oldu. Bu durumun; bu kurumlarda bilim, ilim üretmesi-öğretmesi gereken eğitim emekçilerine de aynı ticari yaklaşımla yansıması ve bunun da emekçiler nezdinde itiraza, isyana sebep olması kaçınılmazdı.
İstanbul Kadıköy’de bulunan Süreyya Operası önünde geçtiğimiz günlerde bir eylem gerçekleştiren vakıf üniversitesi çalışanları, tam da bu konuda şöyle itiraz ediyorlardı:
“Öğrenim ücretlerine her sene rekor zamlar yapan ve kârlarına kâr katan vakıf üniversiteleri patronları, konu çalışanların ücretlerine ve haklarına geldiğinde ortadan kayboluyorlar. Aynı üniversite patronlarının bir yandan yeni birimler, fakülteler açarken, kontenjanları artırırken ‘batıyoruz’ bahanesiyle çalışanlarının ücretlerini aylarca ödemediği örnekleri biliyoruz.”

Akademisyenlerin hakları gasbediliyor
Eğitim Sen İstanbul 6 No’lu Üniversiteler Şubesi, Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası, Sosyal-İş İstanbul Şubesi, Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği ve Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisi tarafından 7 Ekim’de yapılan bu açıklamada temel bir talep vardı: Aynı işi yapmalarına karşın devlet üniversitelerinde çalışan meslektaşlarına göre yaklaşık yüzde 30-35 daha az maaş yerine “eşit işe eşit ücret”!
Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırının 43 bin 433 TL (Türk-İş, Eylül 2023) olduğu ülkede, halihazırda devlet üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin önemli bir bölümü bu sınırın altında çalıştırılırken bu oran vakıf üniversitelerinde çalışan eğitim emekçileri için hem daha yüksek hem de yoksulluk sınırı ile maaş arasındaki açı daha geniş. 2022-2023 eğitim-öğretim yılında toplam 184 bin 566 öğretim elemanının 29 bin 338’inin vakıf üniversitelerinde, 247’sinin vakıf meslek yüksekokullarında bulunduğu(3) düşünülürse, bu mesele “sınırlı sayıda” insanı etkilemiyor. Geniş bir hak gaspı söz konusu. Ve bu hak gaspları YÖK tarafından da raporlanmış olmasına rağmen hâlâ çözülebilmiş değil.
Konu ile ilgili eylemi gerçekleştiren Üniversite Öğretim Üyeleri Derneği (ÜNİVDER) Yönetim Kurulu Üyesi Deniz Yükseker ve Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisi (VÜDAM) temsilcisi* ile hem bu hak gasplarını hem verdikleri mücadeleyi hem de vakıf üniversitelerinde kadın olarak var olmanın zorluklarını konuştuk.
‘Ücretlerin yasaya aykırı şekilde düşük olması sorunlu’
VÜDAM temsilcisi, konuyu şu şekilde özetledi ilk olarak:
“17 Nisan 2020 tarihinde 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’na eklenen ‘Vakıf yükseköğretim kurumlarında çalışan öğretim elemanlarına, unvanlarına göre devlet yükseköğretim kurumlarında ödenen ücret tutarından az ücret verilemez.’ hükmüne rağmen birçok vakıf üniversiteleri ücretlerini devletteki seviyeye çekmedi. Oysa kanun maddesi açık, anlaşılır, etrafından dolanmaya müsaade etmeyecek netlikte. Kanunun kabulünün üzerinden üç yılı aşkın süre geçmesine rağmen çoğu vakıf üniversitesi bu kanunu tam anlamıyla uygulamadı.
Bütün vakıf üniversitesi akademisyenlerinin yasal hakkı olan eşit ücreti ödeyen az sayıdaki kurum bile geçtiğimiz dönemlerde zam dönemlerini ıskalayarak, birkaç ay geciktirerek bu kanunu çiğnedi. Çoğu vakıf üniversitesi çeşitli mali “taktikler” uygulayarak, örneğin devletteki net ücreti kendi brüt ücretlerine eşitleyerek, akademisyenlere kanuna aykırı biçimde düşük ücretler ödemeye devam etti.”
“Bu ücret eşitsizliği bilinmesine rağmen neden buna dair düzenlemeler hayata geçirilemiyor? Bu konuda kurumlar üzerine düşeni yapıyor mu?” diye sorduğumuzda VÜDAM temsilcisi, vakıf üniversitelerinin de YÖK’e bağlı olduğunu ve her yıl YÖK tarafından denetlendiğini hatırlattı ve şöyle devam etti:
“Ancak bu denetlemelerde kimi yerlerde akademisyenlerin bordroları kanun bağlamında gözden geçirilmiyor ya da kanuna uymayanlara bir yaptırım uygulanmıyor. Üniversiteler ücret eşitsizliğine dikkat çeken akademik personele, YÖK’ün bu durumla ilgili bir uyarı yapmadığını, dolayısıyla herhangi bir ücret yükseltme yapmayacaklarını belirtiyorlar. YÖK tarafından bir çeşit eksik denetim yapıldığını söylememiz mümkün. Ayrıca bu vakıf üniversitelerini kuran vakıf sahipleri, önemli sektörlerde faaliyet gösteren işverenler. Dolayısıyla YÖK bu konuda işveren konumundaki vakıflara bir yaptırım uygulamaktan kasıtlı olarak kaçınıyor.
Biz akademisyenler olarak buna karşılık Öğretmen Sendikası Vakıf Üniversiteleri Birimi vd. sendikalarda örgütlenerek de haklarımızı arama ve birlik olarak mücadele etmeye çalışıyoruz. 7 Ekim günü, yapılan basın açıklaması akademisyenlerin dahil olduğu başta VÜDAM olmak üzere eğitim alanındaki sendika ve derneklerin bir araya geldiği bir karşı çıkıştır.”

ÜNİVDER’den Deniz de bu konuda “Bizce YÖK bu konuda üzerine düşeni yapmıyor” diye konuştu. Denetim yapılan dönemlerde vakıf ile devlet üniversitelerindeki personellerin maaşlarının denk olmadığının YÖK tarafından görüldüğünü belirten Deniz, şunları söyledi:
“Vakıf üniversiteleri de YÖK Kanunu’na göre kamu hizmeti veren kurumlardan sayılıyor. Bütün kurumların kanuna uyması gerekiyor. Ancak burada bir kanun koyucunun ve uygulayıcının yaptırımının olmadığını, bunu takip etmediğini görüyoruz. Temelden bir sıkıntı var. Mevzuatta ‘Vakıflar kazanç amacı gütmez’ diye geçiyor. Ama genel olarak bu konuda tam tersi bir düzen var. Vakıf üniversitelerinin hesaplarını denetlemiş değilim, bu yüzden de kâr amaçlı çalışıyorlar, diyemem. Ama burada kamu yararının ötesinde kaygılar olduğu kesin. Dolayısıyla bir yandan öğrenci ücretleri yükseltilirken ve herhangi bir öğrenci ücretini eksik yatırdığında okula kaydolamaz, derslere kayıt yaptıramazken, öğretim üyelerinin ücretlerinin yasaya aykırı bir şekilde düşük olması sorunlu bir durum.”
“Üniversitede kadın akademisyenler, özellikle akademik zincirin en ucundaki kadın araştırma görevlileri, daha fazla iş yüküne ve baskıya maruz kalıyorlar.”
‘Kadınlara yardımcı işler daha kolay buyuruluyor’
Peki kadın akademisyenler açısından hem akademik alanda hem de bunun ticarileştiği bir alanda var olmak, ne gibi zorluklara gebe? VÜDAM temsilcisinin yanıtı şu şekildeydi:
“Üniversitede kadın akademisyenler, özellikle akademik zincirin en ucundaki kadın araştırma görevlileri, daha fazla iş yüküne ve baskıya maruz kalıyorlar. Bölümün, fakültenin yardımcı işleri, kandilde hediye edilen kandil simidini bölüme ikram etme görevine kadar uzanıyor. Kadınlara yardımcı işler daha kolay buyuruluyor.
Derse giren kadın akademisyenler ise özellikle belli bir yaşın üzerinde değilseler sınıfta öğrenciler tarafından daha fazla baskıya uğruyor, daha kolay yönetime şikâyet edilebiliyorlar. Bu ticarileşme sonucunda yönetimin öğrenci (ya da müşteri) memnuniyetini önemseyen arabuluculuğu, en çok da kadın akademisyenin öğrenci tarafından saygı görmesini zorlaştırmaya neden oluyor. Sınıftaki otoritesini de tartışmalı hale getiriyor. Bu zorlukların aşılması için de hem kurum içinde hem dışında örgütlü olmak kadın akademisyenler için önem taşıyor.”
Deniz ise meselenin başka bir yönüne işaret ederek, şöyle konuştu:
“Bazı vakıf üniversitelerinde (bu medyaya da yansıdı geçen senelerde) unvan olarak daha alt konumda olan araştırma görevlileri, görev tanımları dışındaki işlerde de çalıştırılıyor. Mesela tercih tanıtım günlerinde okulun reklamını yapmaya yönelik etkinlikler olduğunda hafta sonu da çalışmak gerekiyor ya da mesai saatleri uzayabiliyor vesaire… Bu duruma da araştırma görevlilerinin ya da görevlendirilen hiç kimsenin hayır deme şansı olmuyor.
Bunu kadınlar açısından düşünürsek, mesela çocuğu olan bir kadının hafta sonu çalışması veyahut mesai saatlerinin uzaması, kadınlarının iş, aile, özel yaşam dengelerinin hiçbir şekilde göz önünde bulundurulmaması anlamına geliyor. Ve böyle bir çalışma düzeni olabiliyor dayatılan. Özellikle tercih, tanıtım ve kayıt dönemlerinde ya da sınav dönemlerinde bu uygulamalar hem erkekler hem kadınlar için geçerli; ama kadınların, özellikle de küçük çocuklu kadınların böyle dönemlerde daha mağdur olabildiklerini düşünebiliriz.”

‘Üniversitelerde iş güvencesizliği yaygın bir sorun’
Elbette vakıf üniversiteleri açısından sorunlar bununla sınırlı değil. Deniz, bu sorunların yalnızca vakıf üniversiteleri ile sınırlı olmadığına da dikkat çekti:
“Biz vakıf üniversitelerinde yaşadığımız sorunların sadece vakıf üniversitelerine özgü olduğunu da düşünmüyoruz. Devlet üniversitelerinde de ciddi sorunlar var. Yani genel olarak yaygınlaşan bir iş güvencesizliği, iş güvencesinin ortadan kalkması; akademik özgür özgürlüğün, özerkliğin, ifade özgürlüğünün ortadan kalkması gibi sorunlar var. Bu daha yaygın bir problem. Boğaziçi Üniversitesi direnişinde de yaşadıklarımızı, üniversitenin kayyum yönetiminin uygulamalarını düşünürsek, bunun daha yaygın bir sorun olduğunu görürüz. Üniversitelerde iş güvencesizliği, mobbing, yıldırma gibi konuların yaygın sorunlar olduğunu söyleyebiliriz.”
*İsmini vermek istemedi.
(1) Türkiye’de “Vakıf” Üniversiteleri: Eğreti Bir Özellik, Yrd. Doç. Dr. Rana Gürbüz – Prof. Dr. Yüksel Akkaya
(2) https://istatistik.yok.gov.tr/
(3) https://www.yok.gov.tr/Sayfalar/Haberler/2023/yuksekogretimde-yeni-istatistikler.aspx
Fotoğraflar: Rahime Karvar










