Uzun yıllar ütü ve yemek yaparak çocuklarını okutan Emine Kazanır, “Ütü görmek istemiyorum, bazen diyorum ki; bana ütü demeyin midem bulanıyor!” diyor. Yirmi yıldır çalışan Kazanır, ancak son iki senedir kazancını kendisi için harcamaya başladığını söylüyor…

“Bana ütü demeyin, midem bulanıyor!”
Uzun yıllar ütü ve yemek yaparak çocuklarını okutan Emine Kazanır, “Ütü görmek istemiyorum, bazen diyorum ki; bana ütü demeyin midem bulanıyor!” diyor. Yirmi yıldır çalışan Kazanır, ancak son iki senedir kazancını kendisi için harcamaya başladığını söylüyor…
Takdir edilmek şöyle dursun, ‘Değer görmeyen ev işlerinin en nankörü ne?’ diye sorsam, sanırım yemek ve ütü ilk sıra için birbiriyle yarışır. Gerçekten de bu herkesin bildiği, tanıdık stres toplarının ortak özelliği, itina isteyen ama kısa ömürlü ve sürekli yapılması gereken işler olmasıdır. Üstelik her ikisinin de iyi yapılması mühimdir; yani yemekten lezzet, ütüden jilet gibi olması beklenir… Sonuç, yemek hemen biter, ütü hızla bozulur… Bunca lafı boşuna etmiyorum, Emine’yi anlatacağım size; o yaşamını ütü ve yemek yaparak kazanmış, bu sayede iki çocuğunu okutmuş bir kadın işçi. On yedi yıl aynı aile için çalışmasına rağmen, emeğinin karşılığı olan ücreti son iki senedir kendisi için harcama fırsatı bulan Emine Kazanır bu haftaki “Senin Hikayen Benim Hikayem”in de kahramanı..
“Babam çalışmanız gerek, dedi”
Hızlı konuşan, aynı hızla sürekli koşturan ve ailesine kol kanat geren bir kadın o. İş hayatına başlangıcı kendi isteğiyle değil, babasının zoruyla olmuş. Şimdi “İyi ki yapmış” dese de zamanında çalışmasını istediği için babasına gücenen Kazanır, o zamanları şöyle anlatıyor;
“Ben bekârken iş hayatına başladım. Hani çok da çalışmayı istemiyordum ama babam tek maaşlıydı, yetişemiyordu. Aile bütçesine katkıda bulunmamız için çalışmamız gerektiğini söylediğinde, bana biraz ağır gelmişti. Yani o dönem ‘Neden babam bize bakamıyor mu da, çalış dedi?’ diye düşünmüştüm. Üç kardeştik, üçümüz de lise sonrası çalışmak durumunda kaldık. Ama şimdi anlıyorum ki her kadının çalışıp ayakları üstünde durması gerek.”
Önce elektrikçide sonra fabrikada…
İlk işi hiç aklında olmayan, hiç bilmediği bir alanda olmuş, bir firmada elektrik duyuları üzerine çalışmış, o günleri dün gibi hatırlıyor;
“Çok zorlanmıştım. Bana erkek işi gibi geliyordu ve orada yapamayacağımı düşündük. Birkaç ay çalıştıktan sonra, çevremizde fabrikada çalışan büyüklerimizden destek alarak, elektrikçiden çıkıp bir fabrikaya işçi olarak girdim. O da yine başlarken hiç bilmediğim bir işti. Orada da telefon üretiyorduk. Eski tip telefonlar, her gün sayı vermek zorundaydık. Bizden istenen sayıda iş çıkarmak zorundaydık. Vardiyalı bir işti, sabah 08:00 -16:00, akşam 16:00 – 24:00. Tanımadığınız insanlar, başımızda bir postabaşı var. Size işi anlatanlar var. Yetiştiremezseniz sizin yüzünüzden postabaşınızın laf yememesi için gayret gösteriyorsunuz. Neyse. Böyle böyle bunları öğrendik. Çalıştık. Ama aslında ben liseden sonra hemen iş hayatına atılınca bayağı bir bocalamıştım. Bir buçuk sene orada çalıştım. Evlenince işten ayrıldım.”
Oğlu üniversiteyi kazanınca…
Birçok kadın gibi evlenince çalışmaya son veren Kazanır, çocukları da olunca iş hayatından büsbütün kopmuş, taa ki oğlu üniversiteyi kazanana kadar…
“Ben on sekiz yaşında evlendim, on dokuz yaşımda oğlumu kucağıma aldım. Çocuklarıma kendim bakmak zorundaydım, bu yüzden işe devam edemedim. Fakat oğlum üniversiteyi kazanınca, onu okutmak için benim de çalışmam gerekiyordu. Eşimin tek maaşı artık yetmiyordu. Öte yandan kızım henüz küçüktü, ilkokul birinci sınıf öğrencisiydi. Bu yüzden evime yakın, gerekirse kızımı da yanımda götürebileceğim; yarım günlük bir iş için etrafımdaki eşime, dostuma haber verdim, iş aradığımı söyledim. Çocuk bakıp, ütü ve yemek yapabileceğim bir ev arıyordum. Hatta ‘bir öğretmen çocuğu olursa benim için daha iyi olur’, diye bile düşündüm. Öğretmenlerin kışın 15 gün, yazın da 2 – 3 ay tatilleri var ya.. Ben de öyle bir iş aradım ama istediğim olmadı. Bir doktorun ailesinin yanında iş buldum. Böylelikle yirmi sekiz yaşlarında yeniden iş hayatına döndüm.”

“Tanımadığım bir evde yemek ve ütü yapıyordum”
İşe dönüşüyle tam bir koşturmaca içine düşen Kazanır başta bocalamış, “Yıllar sonra yeniden çalışmaya başlayınca çok zorlanmıştım. O kadar da ağrıma gitmişti ki. Çünkü neredeyse 20 yıl evinin hanımı olup sonra bir başkasına hizmet etmek, belki kötü bir şey değil ama o anki yaşımın verdiği duygularla çok ağrıma gitmişti. Yani neden bir başkasına gelmişim, tanımadığım bir evde yemek ve ütü yapıyordum ancak bir haftadan sonra alıştım. O bir hafta da ağladım. Ama vazgeçmedim, ‘mecburum çocuklarım için’ diyordum hep kendime.. Bir de başlarda birbirimizi tanımıyorduk. Tabii ki dönem dönem yaptığım işi beğenmedikleri oldu ama ne bir alınma, ne bir kırılma yaşadım. Ama üzülüyordum da hani, yemeklerim için ‘Ay abla bu yağlı oldu, bu çok tuzlu’ dedikleri oldu ama bu da bir zamanla aşıldı; zamanla her şey rayına oturdu.”
“Kızım büyüdükçe oraya gitmek istemedi..”
İki ev arasında adeta mekik dokuyan Emine Hanım, zaman zaman çalıştığı ailenin küçük kızını yanında getirmesini istememesi ihtimalini düşünerek epeyce stres yaşamış, neyse ki hiç de korktuğu gibi olmamış, “Gerçekten çok çekiniyordum. Kızımı istemezlerse, işten ayrılmak zorunda kalabilirdim. Nelerle karşılaşacağımı da bilmiyordum, çok şükür o sıkıntılar olmadı ama zorlandım. Kışları iki çocuğu da ayrı ayrı okula götürüp getiriyordum. Şansım evlerimizin yakın olmasıydı. Tabii ki zorluklar bunlarla bitmedi. Çalıştığım ev okula çok yakındı. Kızımı okula yetiştirip iki buçuk yaşındaki evin küçük oğlunun yanına koşturuyordum. Onun kahvaltısını yaptırıyordum. Dokuz buçukta onu servise veriyordum. O kreşe gidiyordu. Tekrar eve çıkıp evin günlük yemeğini ve ütüsünü yapıyordum. İşleri tamamlayınca kendi evime dönüp bu kez kendi evimi toparlıyordum. İşler bitince okul çıkışı kızımı alıyordum. Öğleden sonra dörtte çalıştığım eve gidiyordum. Kreşten dönen evin küçük oğlunu karşılıyordum. Beş buçukta anne baba hastaneden geliyordu. Onlar gelince yeniden evime dönüyordum. Kızıma ders çalıştırıyordum. Yani bu anlattıklarım hani böyle kolay değil. Kolaymış gibi geliyor ama çok zorlandım. Bazen evlerde aynı yemekler denk geliyordu. ‘Ya’ diyordum ‘Ben daha yeni bunu yıkadım. Yeni orada pişirdim.’ Ama mecburum, evimde de bakacağım insanlar var. Pişiriyordum yani. Bu bir fabrika işi değildi ama farklı bir vardiya sistemi var gibiydi. Bu şekilde sekiz yıl devam ettim. Çocuğum büyümeye başladığında bu kez farklı bir sorun çıktı, kızım çalıştığım eve gelmek istemiyordu.”
“Bu kez çocuklar didişmeye başladı”
Ne var ki kızını evde tek başına bırakmak istemeyen Emine hanım da bir orta yol aramış ve şöyle bulmuş, “Kızımın yaşı küçüktü, tek başına evde kalamazdı. Ben de ev hanımıyla konuştum. ‘Oğlunuzu kreş olmadığı zamanlarda bize bıraksanız olur mu?’ diye, kabul ettiler. Böylelikle çalıştığım evin küçük çocuğuna kendi evimde bakmaya başladım. Gündüz ben getirdim. Akşam onlar iş dönüşü aldılar. Bu aralarda yine yemek ve ütülerini yapıyordum. Fakat bu sefer de iki çocuk birbirleriyle didişmeye başladı. Kızım da küçüktü ve bu kez evimizde baktığım diğer çocuğu kabullenemedi, ona hükmetmeye başladı. Mesela baktığım çocuk güzel yazı yazamıyordu. Kızım onu düzeltince de ağlıyordu. Oğlan kızımı aileye şikayet etmeye başladı. Çalıştığım aile benden kızımın oğullarını kırmadan düzeltmesini istedi. Bu tür şeyler yaşanıldı ama ne büyüttük ne uzattık.”
“Kendimi teselli ettim hep”
Hayatın getirdiği zorluklar karşısında herkesin sinirleri gergin, moralleri bozuk… Böyle anlarda başka birinden “yüreklendirici” sözler duymak herkese iyi geliyor. Ancak bazen insanın en iyi arkadaşı bile ihtiyaç duyulan o motive edici sözcükleri sarf etmeyebiliyor. İşte Emine Kazanır bu konuda herkesin mutlaka yapması gereken bir tavrı benimseyerek, kendini teselli etmeyi başarmış! Bakın bunu nasıl başarmış…
“Ben çok uyumayı ya da evde oturmayı çok seven bir insan değilim. Sosyal olmayı severim ama dönem dönem isyan ettim mi, ettim. E ben de bir canım. Yetemiyordum ama çalışmak zorundaydım. Yani hayat şartları öyle gerektirdi. Biraz hırslanıyordum. Söyleniyordum. Sonra diyordum, ‘Sakin ol. Herkes çalışıyor. Bir tek sen çalışmıyorsun. Demek ki senin yaşam koşulların bunu gerektiriyor.’ Ne bileyim, hani orada yemek yapıyordum, kendi evime geliyordum, iki saat sonra da kendi evimde yemek yapınca, ‘Ya diyordum ben daha yeni orada yemek yaptım.’ Arada insan rahat da olmak istiyor. Tabii ki bazen sinirleniyordum da ama sakinleşiyordum. Kendimi telkin ediyordum, ‘Bu hayatın gerçeği bu. Mesela onlar da doktor ama bak onlar da işe gidiyorlar. İnsanların kahrını çekiyorlar!’ Kendimi böyle sakinleştiriyordum. Yine de evi süpür, sonra işe gidip gerektiğinde etrafı topladığım zamanlar oldu. Hani temizlikçi kadın gelmediği günlerde. Hani silip süpürdüğüm süreçlerden de geçtim. Ağrıma giden yirmi yıl ara verip de bir başkasına hizmet etmekti. Bazen bunu dile getiremeyebilirsin. Yaşayan bilir. Yaşadıkça zaman beni alıştırdı. Ha tabii, emeğimin karşılığını da aldığım zaman mutlu oluyordum. Ya diyordum ‘Ben de kendi çocuklarımı okutacağım. Hiç kimse oturarak kazanmıyor.’ Bazen de diyordum ‘Ya oturan kadınlar da geçiniyor. Ben niye geçinemiyorum da mücadele veriyorum?’ Yani sorguladım da sorgulandım da ama iyi ki de çalıştım, iyi ki devam ettim.”
“Ücretimin yarısını çocuklarımın eğitimine, yarısını da sigortaya verdim”
Tüm bu koşturmacada sigortasız çalışan Kazanır, o yıllarda işverenden kendisine sigorta yapmasını isteyememiş, “Halbuki fabrikadan sigorta başlangıcım vardı. Sekiz yıl sigortamı ödemediler. Ben de teklif etmedim. Acaba söylersem beni işten mi çıkarırlar? Yaşım ilerlemiş bana kim iş verir, gibi korkularım vardı. Ama mecburum oğlum şehir dışında okuyordu. Kızımı da okutacaktım. Bir yandan da ileriye dönük ‘ömrüm olur yaşarsam emekli olmak’ için gayret göstermeliydim. Ben de aldığım paranın yarısını üniversitedeki oğluma gönderdim, yarısını da sigortama ödedim. Bir süre sonra oğlum baktı ki ben zorlanıyorum, ‘Sen kendine hiçbir şey ayıramıyorsun anne’ diyerek, sınavlarla dikey geçiş yaptı. Gündüz okudu, gece çalıştı. Kendisinin yetmediği yerde ona para desteğinde bulundum.”
Eşinin kazancıyla evi idare edip, kendi kazancıyla çocuklarının eğitimi ve sigortasını karşılayan Emine Hanım, “En şanslı kızım oldu. Kızımın üniversitesi eğitimine daha çok destek oldum. Ama çok şükür mutluydum, huzurluydum. Hani çocuklarıma bakıyordum. Yani aslında sigorta yapmalarını çalıştığım eve söyleseymişim yaparlarmış. Belki onlar da düşünemedi. Evde çalışıyorum diye. 8 yıl sigortamı kendim ödedim. Sigorta şirketi ‘8 yıldan sonra isteğe bağlıdan emekliliğin çok zor olacağını, son 3,5 yılı sigortalı olarak ödenirse daha çabuk emekli olacağımı’ söyleyince ben de yılların verdiği samimiyete güvenerek patronuma durumu aktardım. O da beni bunaltmadı, ‘Abla niye söylemedin ki?’ dedi. Son 3,5 yılımı da onlar ödedi. Böylelikle emekli oldum” diye konuşuyor.
“Siz beni unutmayacaksınız”
İşe başladığında iki buçuk yaşında olan evin küçük oğlu, şimdilerde üniversite sınavlarına hazırlanıyor, Emine hanım çalıştığı evle bu zaman içinde duygusal bağlar kurduğunu da aktarıyor;
“Tam 17 yıldır onlara çalışıyorum. İki çocuklarını da ben büyüttüm sayılır. İşe başladığımda küçük oğlan 2,5 yaşındaydı. Büyük de birinci sınıfta falandı. Küçükte daha çok emeğim var. Onlar benim çocuklarım gibi, sadece dünyaya getirmemişim. O çocuklar artık beni bir teyze, bir akraba, yakınları gibi görüyorlar. Onlara, ‘Annenizle, babanızla didişebilirim, atışabilirim. Siz beni unutmayacaksınız’ bile dedim. İnanın severek yaparsanız her şey güzel oluyor. Ben onları çok seviyorum. Çalıştığım aileyi de çok seviyorum. İyi ki karşıma çıkmışlar.”
Hâlâ aynı evde çalışıyor
On yedi yıldır aynı evin çalışanı olarak emek veren Emine Kazanır, “Evin büyük oğlu üniversiteyi kazanıp Fransa’ya gitti, bunun üzerine haftanın beş günü olan çalışmam haftada üçe düştü. Birkaç yıl önce de evin hanımı ‘İki gün gelirsen yeterli Emine Hanım’ dedi. Geçmişe dönüp baktığımda tabii ki zorluklar oldu, üzüldüğüm günler oldu. Onlar da insanlar, ben de insanım. Hani kırmışızdır da, kırılmışızdır da ama ayaklarımızın üstünde duracaksak da her şeyi uzatmayacağız. Yani bazı şeyleri de görmedim, duymadım. Emeklerini de inkâr edemem. Yani benim kardeşimin belki yapamayacağını o insanların bana yaptığı noktalar oldu. Onların sayesinde çocuklarım ekmek yedi. Okulunu da okudu. Kimseden bir şey beklemedim. Onun da mükafatını aldım. Emekli oldum ama İstanbul şartlarında yaşamak zor. Hâlâ çalışıyorum. Onlar da benden ayrılmıyor. Artık haftada iki gün ütü ve yemeklerini yapıyorum. Dayanabileceğim kadar çalışacağım. Hayat çok pahalı, daha rahat yaşamak için gerektiğinde çocuklarıma da yardımcı olabilmek için işi bırakmayı düşünmüyorum.”
“Kendi giysilerimi sadece gezmeye çıkarsam ütülerim”
Bunca yıldır ütü ve yemek yaparak çalışan Kazanır haliyle ütüden yılmış, “Açıkçası gezmeye dışarı çıkacağım zaman kendi giysilerimi ütülüyorum. Bazen diyorum ki ‘bana ütü demeyin midem bulanıyor!’ Ütü görmek istemiyorum. Yine de çalışmayı seviyorum. Her kadının da çalışmasını isterim. İnsanın kendi kazancını yemesi kadar güzel bir şey yok. Emeğimin karşılığını da aldığımı düşünüyorum. Allah çocuklarımla, ailemle, eşimle, dostumla kazancımı yedirmeyi nasip etsin. Şimdi iki çocuğumu da evlendirdim. İkisi de evinde, yuvasında. Yapmam gereken her şeyi yaptığımı düşünüyorum.”
“Türkiye’yi gezmek istiyorum…”
Çalıştığı işten aldığı ücreti ancak kızı üniversiteyi bitirdikten sonra yani son iki senedir kendisi için harcamaya başlayan Kazanır, “Ama belli ki o da uzun sürmeyecek, hayırlı olursa bir de torunum olacak. Şimdi de torunum yiyecek inşallah” diyor.
Sorumluluğunun bilincinde bir anne olarak evlatlarına, ailesine kolkanat geren Emine Kazanır, “Benim için önemli olan; eğer iki tane çocuk dünyaya getirdiysem, önceliğim onlara bakmaktı. Bu düşünceyle kendim için giyime kuşama hiç özenmedim, hep elimdekilerle yetindim. Yüksek maaşım olmadığı için, benim için önemli olan çocuklarıma bakmaktı. Sadece içimde ukte kalan çevremde ailecek tatile gidenler, çocuklarını lokantaya götürenler vardı, ben onları yapamadım. Ama sürekli bunları düşünürsen hasta olursun… İnşallah bundan sonra kendim için de imkan buldukça Türkiye’yi gezmek istiyorum.”










