Skip to main contentSkip to footer

Araştırmacı Ayça Yüksel: Kadınlardan bazıları “Biz kafamızı kaldırıp göğe bakamadık, çayla doğduk, çayla yaşlandık kızım” demişti

Çay deyince akla kadınlar geliyor gelmesine ama kadınların çayı hangi bedellerle var ettiği pek bilinmiyor. Çayda çalışan kadınlar bel fıtığı, böbrek rahatsızlığı, kadın hastalıkları, romatizma, kanser, tansiyon, kalp ve depresyon gibi pek çok hastalık içindeler.

Çay, Karadeniz’de “kendiliğinden” bitiveren hatta sanki coğrafyanın doğal bitki örtüsü bile sanılabilecek bir bütünleşmeyle lanse ediliyor. Yemyeşil yamaçlar çayla dolu, çay toplayan kadınlar hem de sepetli sonunda da demini almış bir çay görseli… Tam bir reklam filmi! Çayın piyasası böyle oluşmuş. Peki o piyasa oluşurken yaşama ne olmuş ve yaşam yeniden örülmüş?

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji bölümünde doktora araştırmasını sürdüren Ayça Yüksel Hopa’daki çay bitkisini çalışıyor. Bölgeye çayın gelmesi ile yaşam nasıl değişmiş, kadınların yaşamı nasıl etkilenmiş, çayla birlikte diğer bitkilere ne olmuş, dili ve mekânı çay nasıl dönüştürmüş? Özcesi yaprağından toprağına, bakımından toplayanına kadar çayı ve çay etrafında örülen hayatları inceliyor. Ayça’nın anlattıklarından fark ediyoruz ki Hopa’da çay da çaylıklar da yaşam da başka başka yaşanıyor. Aynı şey hakkında da konuşsak bambaşka anlatıların, hikayelerin ve tabii yaşamların olacağını hatırlatıyor bize çay.

Ayça Yüksel ile Hopa’yı, çayı ve kadın emeğini konuştuk.

Karadeniz ve çay ilişkisi birbirine kenetlenmiş gibi, sanki biri olmadan diğeri düşünülemez algısı oluşmuş. Bu konu hakkındaki düşüncelerini ve izlenimlerini paylaşabilir misin?

Oldukça kederli bulduğum bir taraftan açtın konuyu. Sezen Aksu’nun “Tükeneceğiz” adlı bir şarkısı var. Orada “ne böyle senle ne de sensiz” şeklinde bir dize geçiyor. Çay da biraz öyle geliyor bana Doğu Karadeniz için. Çaysız yaşam mümkün değilmiş gibi ama onla birlikte yaşamak da çok zor. Dediğin bu kenetlenme ilişkisi Hopa’da olduğum zamanların çoğunda düşündüğüm bir şey. Çay bu kadar yeni bir şeyken, yani ortalama 70-80 yıllık bir mazisi varken nasıl bu kadar köklenmiş ve vazgeçilmez durumda hep şaşırarak baktım aslında. Bunu anlatmak için izninle biraz Hopa’da çayla yaşam ne demek ondan bahsetmem gerekiyor kısaca.

Çayın Hopalıların yaşamını hem var eden hem de yok eden bir tarafı olduğunu hissettim ve bu beni hep çok etkiledi. Hopa için düşünürsek 1950’lere kadar yaşamda hatırı sayılır bir yeri olmamasına rağmen bugünkü yaşam çaysız düşünülemiyor. Nasıl olabilir bu? Çünkü aslına bakarsak çayla yaşam hiç öyle kolay bir şey de değil, hatta tüketen bir tarafı var. Çayı, yaşamı hem tüketen hem de ayakta tutan bir aktör gibi düşünebiliriz. Hemşinli kadınlar bir yandan “çay iyi ki geldi” derken öte yandan da çayla beraber yaşanan kayıpları anlatırlar hep günlük konuşmalar içindeyken. “Çayla beraber yaşamımız daha rahat oldu” derler ama sonra artık eskisi gibi yetişmeyen, -ki yetişecek yeri de kalmayan- mısırlardan, karayemişlerden, kokulu üzümlerden yakınırlar. Çünkü çay bahçelerinin aşırı yaygınlaşmasıyla diğer bitkilerin alanı -ve bunların bazıları endemiktir ve yerel kültür için çok değerlidir- daralmış ve bunlar belli ölçüde yerinden edilmiştir. Ki düşünün bu bahsettiğim başka bitkiler, çaya göre hem Hemşin hem de Laz kültüründe çok daha köklü yerlere sahipler. Mesela bir karayemiş ağacını düşünelim. Endemik bir bitkidir, insanlar meyvesini sever ve yer, yapraklarını hayvanlar için saklarlar, ineklere yedirirler. Veyahut kestane ağaçları önemlidir, çünkü çaydan önceki dönemde evler kestane ağacından yapılır. Kızılağaç dalları bostanlarda sırık (hurçka) olarak kullanılır. Yine kestaneden ve hatta mısır saplarından sepetler yapılır. Şortuh otunu (sinir otu) iltihaplı yaralara sürerler mesela. Tüm bu bitkiler, gündelik yaşamın yeniden üretim süreci içinde kadınların elinde birtakım yaşam çözümlerine dönüşür ve her birinin dilde de yani Hemşince’de karşılıkları vardır. Oysa çayın Hemşincesi bile yok ama saydığım diğer tüm bitkilerin Hemşincesi var. Dolayısıyla çay kenetlenircesine yer etmiş ama aynı zamanda yerel kültürlerde pek yer etmemiş gibi. Daha ziyade çay, kültürel ve ekolojik açıdan yok ederek ilerlemiş ve ilerliyor gibi duruyor. Bitmiş bir süreç de değil bu. Ve çayla beraber yaşanan dönüşüm bir yanıyla insanlara efkâr da veren bir şey sanırım. Bunu biraz ekoyas kavramıyla düşünmeye başladım. Özellikle çaydan önceki dönemi deneyimlemiş 80 ve üstü yaştaki kadınlar mütemadiyen bu eski yaşamdan bahsediyorlar. Çay yaşamın çehresini, yaşadıkları coğrafyanın biyoçeşitliliğini, peyzajını, tüm dünyalarını öyle bir değiştiriyor ki bunun duygusal açıdan sarsıcı bir etkiye sahip olduğunu tahmin ediyorum. Düşün yani tanıdığın, bildiğin bir yaşamın dönüşümünü sağlayan bir dönüm noktası çay.

“Çayda ciddi bir emek krizi var”

Kadınlar bostanlarında artık eskisi gibi sebze yetiştiremediklerinden yakınıyorlar sürekli.

Ekolojik yıkıma varan sonuçları nedeniyle yöre halklarının yaşamını çayla bu şekilde devam ettirmeleri mümkün değil. Ama öte yandan çaydan kolayca vazgeçmek de mümkün değil. Hala çok önemli bir geçim kaynağı Doğu Karadeniz’de. Ama işte gelinen noktada yaşamı hem ekolojik alanda hem de emek alanında krize ve çıkmaza götürüyor. Çayın kontrolsüzce yaygınlaşmış olması ve kullanılan yoğun kimyasal gübre nedeniyle toprak yapısı tahrip olmuş durumda. Toprakla kalmıyor tabii, kimyasal gübrenin etkileri yaşamın her alanına yansıyan bir yıkım yaratıyor. Yağmur ve su yoluyla yaşayan tüm canlı bedenlere dokunuyor. Biz büyük kentlerde yaşarken ekolojik yıkımı ancak büyük felaketler, olaylar olduğunda hatırlıyoruz. İşte susuzluk, yangın, müsilaj gibi. Oysa kırsalda bu çok daha gündelik bir durum. Yani Hopa’da -çay tarımının aşırı yaygınlaşması nedeniyle açığa çıkan- ekolojik yıkımı her gün deneyimliyorsunuz. Ekolojik yıkım gündelik yaşamın tam ortasında, her zaman burnunuzun dibinde duruyor. Her gün soluduğun, içtiğin, yediğin ve bulaştığın bir şey. Yoğun kimyasal gübre kullanımı tüm yaşamı, insan, hayvan ve bitki demeden tüm bedenleri etkiliyor, tahrip ediyor. Mesela kadınlar bostanlarında artık eskisi gibi sebze yetiştiremediklerinden yakınıyorlar sürekli. Havaların ve iklimin değişiminden bahsediyorlar, artık tahmin edemediklerini söylüyorlar. Bunlar boşuna söylenen şeyler değil. Son derece gerçek ve maddi şeyler ve hepsi ekolojik kriz çıktıları. Öte yandan çayda ciddi bir emek krizi var. Kuşaklar boyunca çayı mümkün kılan, onu eken, büyüten ve toplayan ücretsiz çay üreticisi kadınların yaş ortalaması artık oldukça yükselmiş durumda. Çayda çalışmanın ağır şartlarından da kaynaklanan ve meslek hastalığı olarak düşünmemiz gereken pek çok nedenle çoğu kadın çay toplama işinden çekilmiş veya çekilmek üzere. Genellemek asla mümkün değil ama çoğunlukla gençler başka işler yapmak istiyorlar, yalnızca çayda kalmak istemiyorlar. Mevcut kalan kişilerin çay bahçelerini tek başına toplaması mümkün olmuyor çünkü çok fazla çay var. Böyle olunca göçmen veya mevsimlik ucuz işçiliğe ihtiyaç duyuluyor. Yakın bir zamana kadar ağırlıkla Gürcüler geliyordu çay toplamaya ancak onlar için de artık kârlı bir iş olmaktan çıktı çay toplamak. Türkiye’nin ekonomik durumu ve paranın değer kaybetmesi nedeniyle. Bunlar da olayın bir parça emek boyutları.

“Hemşinlilerin tabiriyle çay bir yeşil altın”

Bunlar hep çayın tüketen tarafları işte. Bir de çayın yaşamı var eden, insanlara yoldaş olan bir yanı var. Neden günün sonunda herkes “çay iyi ki geldi” diyor diye düşünür dururdum mesela. Yani yaşamı bu kadar tahrip eden bir şeye insan nasıl iyi ki geldi der? Ama diyorsun işte çünkü bugünkü yaşamı mümkün kılan şey o. Hemşinlilerin tabiriyle bir yeşil altın, yani yaşamı refaha kavuşturan, daha konforlu hale getiren bir gelir biçimi. Bugün çay eski dönemlerde olduğu gibi ana geçim kaynağı değil belki ama haneler için hala çok önemli bir gelir kaynağı. Çaydan gelen gelir her zaman ellerini rahatlatıyor, borçların ödenmesini, ne bileyim düğünlerin yapılmasını, çocukların okutulmasını sağlıyor. Hemşinli kadınlar bana sürekli şunu anlattılar: “Biz çocuğumuzu çayla okuttuk, evlendirdik, bugünkü evlerimizi çayla beraber yaptık” dediler. İşte çay tarımı ekolojik, kültürel ve başka bir sürü yıkım süreçleriyle gerçekleşmesine rağmen, bu dediğim açıdan da bir o kadar yoldaş insanlara ve vazgeçilmez konumda. İşte o yüzden de ne çayla ne de çaysız yaşam mümkün değil gibi geliyor bana. Ama buna rağmen çayla birlikte yaşam tüm tüketen ve var eden yanlarıyla beraber sürüyor. Bu da bana çarpıcı görünüyor.

Karadeniz ve çay ilişkisine benzer biçimde Karadeniz denildiğinde akla birinci sırada çay geliyorsa hemen peşi sıra Karadenizli kadınlar geliyor. Sence neden kaynaklanıyor?

Çay denilince akla kadınların gelmesi çok anlaşılır bir şey çünkü çayı kadınlar topluyor. Çayı hem fiziksel açıdan -yani bakım, yetiştirme açısından- hem de kültürel açıdan var edenler kadınlardır. Bugün her yerde içtiğimiz çayda kuşaklar boyunca devam eden ücretsiz kadın emeği yüklü. Çay deyince akla kadınlar geliyor gelmesine ama kadınların çayı hangi bedellerle var ettiği pek bilinmiyor. Bardağımızdaki çayın hangi aşamalardan geçerek ve kimlerin sayesinde geldiğini hiç düşünmüyoruz tabii ki. Yalnızca çay için geçerli değil, domatesi de karnabaharı da zeytini de kimin, nasıl ürettiği hakkında bir fikrimiz yok çoğu zaman. Bu aynı zamanda bilinmesi istenmeyen de bir şey, gizli kalması yeğlenen bir taraf. Çünkü orada inanılmaz bir emek sömürüsü ile karşılaşıyorsunuz. Çünkü orada, toprakla uğraşmanın getirdiği inanılmaz bedellerle karşılaşıyoruz.

Pek çok kadın çay fabrikasında çalışıyor

“Çay tarımı çok kolay ve dertsizdir” denir ama hava güneşliyse yanarak, yağmurluysa ıslanarak ve sürekli eğilerek uzun saatler ve günler boyunca yaptığınız bir iş bu.

Kendisi çay üreticisi olan insanlar bile bazen “çay tarımı çok kolay ve dertsizdir” der mesela ama baktığınızda çay tarımında çalışan herkesin hasta olduğunu görürsünüz. Özellikle de kadınların, bel fıtığı, böbrek rahatsızlığı, kadın hastalıkları, romatizma, kanser, tansiyon, kalp ve depresyon gibi pek çok hastalık içindedir yaşamları. Kadınlar çay bahçesinde ücretsiz çalıştıkları için bunlar da meslek hastalığı olarak görülmez. Oysa her biri bariz biçimde meslek hastalıklarıdır. Peki neden kolay diyorlar çay tarımına çünkü sulama derdi yok, veyahut domates gibi her sene ekmiyorsun, sürekli dalındadır çay. Özünde ağaç olan, ama tarımsal açıdan evcilleştirilerek çalı formunda tutulan bir bitki. Tamam sulama yok, her sene ekme derdi yok ama aslında yine de işler o kadar kolay değil. Bir kere taşıma meselesi hep büyük bir problem. Yani düşünün toplanılan çay yaprakları, kocaman çuvallara dolduruluyor, 50-60 kiloluk çuvallar bunlar. Engebeli arazi nedeniyle her noktaya araç giremiyor. Bunları sırtlanman lazım. Önce tarladan araca taşıyacaksın alım yerine götürmek için. Sonra araçtan indireceksin götüreceksin, tartacaksın, kamyona boşaltacaksın. Çay hasadından önce girip otları yolacaksın ki bu çok eziyetli bir iş. Hiçbir makine de kullanılamıyor. Çünkü çaylıklar olması gerektiği gibi set aralıklarıyla düzenlenmemiş. Genellikle çok sık ekilmiş, bunun pek çok sebebi var: Hem çaydan daha çok kazanmak için hem de yabani denilen otlar çıkmasın diye sık ekiliyor, yerden kazanmış gibi düşünülüyor ve dolayısıyla aralara hiçbir alet giremiyor. O yüzden her yerden fışkıran başka otlar elle toplanıyor. Bu sürekli eğilmek veya dizlerin üzerinde durmak demek. Yani zor ve bedeni yıpratan bir iş. Sonra gübreleme meselesi var. Orada da maalesef ki kimyasal gübre ile yakın temas içinde kalıyorsun ve sağlığa olumsuz etkileri söz konusu. Alerjik reaksiyonlar ve baş ağrısı en sık görülenler arasında. Toplama kısmını söylememe bile gerek yok herhalde… Yani düşünün hava güneşliyse yanarak, yağmurluysa ıslanarak ve sürekli eğilerek uzun saatler ve günler boyunca yaptığınız bir iş bu. Dolayısıyla aslında hiç de öyle kolay filan değil. Tüm bedenleri hasta eden hem insanları hem de insan olmayan bedenleri tahrip eden bir şey.

Kadınlardan bazıları “biz kafamızı kaldırıp göğe bakamadık, çayla doğduk, çayla yaşlandık kızım” diyor mesela. Bu ne demek? Çayla ilgilenmekten, çayda çalışmaktan ben kendi hayatımı yaşayamadım demek. O yüzden Hemşinli kadınlar “bizim tatilimiz yok” der hep. Yazın çalışıp, kışın dinlendiklerini söylerler ama kışın da çay dışındaki diğer işleri devam eder. Kadınlar için hayat evde, bostanda, çay bahçesinde, yaylada çalışmakla geçer çoğunlukla. Yani burada elbette ücretli işlerde çalışan kadınları görmezden gelmiyorum. Ki oldukça fazla yani çay fabrikasında çalışan kadınlar da var, ilçe merkezlerinde hizmet sektöründe çalışan veya kendi -yemek/kafe/kuaför gibi-dükkânı olan kadınlar da var. Ama ücretli çalışan kadınlar da diğer saydığım alanlarda -çoğu zaman- çalışmayı sürdürür. Hopa merkezinde dolaştığım bir gün çay fabrikasına doğru yürümüştüm. Orada işten çıkmış genç bir kadınla tanıştım. Beraber yürüdük ve o kısa yolda bana bütün hayatını anlattı. Hem çay fabrikasında çalışıyordu hem de çayını kendi topluyordu. Bir yandan çocuğuna bakıyordu. Eminim küçük bir bostanı da muhakkak vardır. Yani ücretli işlerde çalışmak da kadınları diğer emek biçimlerinden azade etmeyebiliyor. Çaya geri dönersem, genellemek mümkün değil ve başka örnekler de var ama çoğu zaman bütün bir yaşamını çay üreterek geçiriyorsun ve bu işten cebine para girmeyebiliyor. Burada da çok büyük haksızlıklar var tabii.

“Kadınlar yaptıkları işler nedeniyle meslek hastalıklarına yakalanıyorlar”

Karadenizli kadınların çayla ilişkisini, çayın kadın emeğine etkisini nasıl görüyorsun?

Çayla kadınlar arasında çok katmanlı ilişkiler var. Burada tek tip bir ilişki olduğunu söylemek mümkün değil. Doğu Karadeniz’in zengin etnik yapısı olduğunu da hatırlarsak kimliğe, yaşa, politik angajmana göre farklılaşan çeşitli kadınlık halleri olduğunu kabul etmek gerekir en baştan.

Bense burada çayla kadınların arasındaki ilişkinin yalnızca üç boyutundan bahsetmek istiyorum. İlk olarak çay tarımının Doğu Karadeniz’de kadın emeğini çitleyerek temellük ettiğini düşünüyorum. Silvia Federici’den biliriz, çitlemeler yalnızca müştereklerin ve ona bağlı ilişkilerin sermaye ve iktidar tarafından ele geçirilmesi olayı değildir. Aynı zamanda kadın emeğinin ve bedeninin de ele geçirilmesi sürecidir.  Federici, ücretli emeği var eden yeniden üretim emeğinin ve ücretli emeğin toplumsal ve biyolojik üretimini mümkün kılan kadın bedeninin ele geçirilmesinden bahseder. İşte bu çitleme örüntüsüne çay tarımı örneğinde bir katman daha eklenir. Çay tarımında kadınların yalnızca yeniden üretim emeği ve bedeninin değil, çay bahçesindeki üretim emeğinin de çitlenmiş olduğunu görürüz. Yani yeniden üretim emeği ile üretim emeğinin aynı anda çitlenmesi durumuyla karşılaşırız. Tabii bu çay tarımına özgü bir durum değil, ataerkil yapı nedeniyle Türkiye’deki başka yerlerde de yaşanan bir olgu muhakkak. Ama nedense üzerine çok konuşulmuş değil. Çaydan öncesinde geçimlik tarım var Doğu Karadeniz’de. Geçimlik tarım da ataerkil yapı ve toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü nedeniyle kadınların işi olarak görülüyor. Erkekler mütemadiyen gurbette, sınır ötesinde, büyük şehirlerde ücretli işçi olarak çalışıyor. Kadınlar ise köylerde geçimlik tarım ile yaşamı inşa ediyorlar. Dolayısıyla geçimlik tarım işi, ev içi emeğin uzantısı şeklinde kadınların görevi olarak görülüyor. Çay geldiği zaman o da geçimlik tarladaki emeğin bir uzantısı olarak kadınların doğal işi olarak kabul edilmiş. Yani ücretsiz kadın emeği sadece evde sınırlı değil bugün hem bostanda hem de çay bahçesinde var. Bunun bedelleri tabii çok ağır. Daha önce bahsettiğim gibi Doğu Karadenizli kadınlar, tüm hayatları boyunca hem evde hem bostanda hem çay bahçesinde icra ettikleri emek nedeniyle birçok meslek hastalığı ile sürdürüyorlar bu yaşamı. Dolayısıyla çay tarımının kadınların yaşamını son derece tahrip etmiş olduğu söylenebilir bu aşamada. Ancak bu tahribe rağmen, ağır çalışma şartlarıyla ve ataerkil çitleme ve ona bağlı mülksüzleştirme süreçlerine karşı kendi baş etme yordamlarını icat ettiklerini de eklemem gerekir.

İkinci olarak, çayın kadınların yaşamını kolaylaştıran bir tarafı da var. Çünkü çay genel olarak ailelerin refah seviyesini artırıyor. Gençliğini çayın olmadığı dönemde geçirmiş bir Hemşinli kadın bana şöyle demişti: “Eskiden yaşam çok çetindi. Her şeyi sırtımızda taşırdık. Suyu dağdan taşırdık, inekler için ormandan karayemiş yapraklarını taşırdık, tarladan mısırları taşırdık, değirmenden unları taşırdık. Evlerin içi çamurdu, topraktı. Şimdi öyle mi? Yerimiz temiz, suyumuz akıyor, ocağımız yanıyor.” İşte bunu sağlayan şey çay tarımı. Çay tarımıyla beraber altı taş üstü ahşap olan geleneksel evlerini -maalesef bu da bir kayıp aslında- yıkıp betonarme evler yapıyorlar. Dolayısıyla biraz daha modernize olmuş bir ev ve ona bağlı ev eşyaları giriyor. Çay tarımıyla beraber yollar yapılıyor. Eskiden yol filan yok. Hatta yolları bile kendileri çapalarla patikalar şeklinde açıyorlar. Kısacası kadınlar için çaydan önceki yaşam çok daha eziyetli. Çünkü o zaman hiçbir hizmet alamıyorlar devletten. Her şeyi kendileri yapmak zorunda. Ve çok zor bir coğrafyada yaşıyorlar. İklimi sert, çok eğimli, ulaşım çok zor, yani yaşaması çok zor bir yer aslında. O yüzden kadınlar, çayla beraber yaşamlarının bir parça rahatladığını anlatır. Neden? Çünkü evleri daha iyileşmiştir. Modern ev eşyaları, aletleri alınmıştır. Bir yandan kültürel bir dönüşüm tabii. Buzdolabının girmesi mesela. Eskilden nalia denilen bir yapı var, serender diye de bilinir. Bunlar yerden yüksek kulübelerdir ve gıda ambarı olarak kullanılır. Bir nevi buzdolabıdır. Çayla beraber yaşam modernleşiyor ve bu geleneksel yapılar da ortadan kalkıyor. Dolayısıyla çay mekânsal bir dönüşüm de yaratıyor. Ama dediğim gibi kadınların yaşamı için daha konforlu modern bir yaşamı mümkün kıldığı için iyi bir yoldaş çay. Ve çayla beraber çocuğunu okutup, evlendirebildiği için de memnun kadınlar. Aslında tüm bunlar kendi emeklerinin eseri bir yandan o açıdan bence iyi hissediyorlar ve çok da farkındalar durumun. Emekleri ücretsiz olabilir ama onlar için bu gibi karşılıkları var. “Çay olmasa yoksul olurduk” diyorlar o yüzden “çay iyi ki geldi” diyorlar.

“Bir kadın çaya bakmayı çocuğuna bakmaya benzetmişti”

Üçüncü olarak ise, çay devlet eliyle Doğu Karadeniz’de oldukça araçsal biçimde hem kontrol hem de sermaye birikimi için yerleştirilmiş ve günün sonunda monokültüre yakın ve metalaşmış bir ürün olmasına rağmen kadınlar için piyasa dolayımından geçmeyen bir yanı var. Kadınlar çay bahçesinde çalışıyor ama karşılığını para olarak almıyorlar. Ailelerinin, çocuklarının esenliği olarak bir karşılık alıyorlar. Bunu bir anekdotla daha iyi anlatabilirim sanırım. Açıkçası Hopa’da gördüklerim, insanların çaya davranış biçimleri beni ilk başta çok şaşırtmıştı. Çay üzerine basılan, tepelerden atılan, üstünde tepinilen bir bitkiydi. Yani bana çok sert ve acımasızca davranılıyor, özen gösterilmiyor gibi geliyordu. Toplama biçimleri ve gübreleme bakımı da buna işaret ediyor gibiydi. Ya çok dipten kesiliyordu ya da gereğinden fazla kimyasal gübre veriliyordu mesela. Bazen kimyasal gübre de yanlış verilirse çay yanardı. Örneğin yağmurlu bir hava sonrasında kimyasal gübre dökersen çay dalında yanıyor, o yüzden kuru havada vereceksin. Buna benzer çok fazla şey gördüm. Bir gün tüm bunları düşünürken kadınlardan birine “Sence çaya iyi bakılıyor mu” diye sorduğumda bana birazcık sinirlenir gibi oldu ve “Sen ne diyorsun, iyi bakmaz olur muyum” dedi. Eliyle küçük bir boyu göstererek, “Ben onu tohumdan aldım da büyüttüm, çocuğum gibi baktım yıllarca, bak bu boya getirdim” dedi. Çaya bakmayı çocuğuna bakmaya benzetmişti. Çünkü çay da ücretsiz bakım emeğinin parçası olarak anlamlanıyordu. Yani çay ve kadınların arasındaki ilişkide böyle bir boyut da var. Tamamıyla piyasalaşmamış, karşılığı yalnızca paraya indirgenmemiş başka bağlar söz konusu olabiliyor. Tamamıyla siyah beyaz değil, tek tip değil, genellenebilir değil. Bu açıdan da farklı.

Çayla beraber güçlenen kadınlar

Karadenizli biri olarak aslında kadınların mülk edinmesiyle ilgili sorunlara şahidim, özellikle miras paylaşımları sırasında kadınları dışarda bırakmak hiç var saymama durumu söz konusu. Senin gözlemlerinde kadınların mülkiyet ilişkisi ile arasında nasıl bir bağ var?

Söylediğin gibi Doğu Karadeniz’de de ataerkil ilişkilerin çok katı olması nedeniyle kadınlar çoğu zaman toprak mülkiyeti haklarından yararlanamıyor. Bu bir görenek şeklinde hala devam ediyor. Çay bahçelerinin mülkiyeti sıklıkla sadece erkek çocuklar arasında bölüştürülüyor. Kadınların gönüllü biçimde bunu istemedikleri söylense de aslında orada toplumsal ilişkilerin, ailedeki bireylerin kurduğu bir baskı var kadınların üzerinde. “Ben toprak istersem abim, kardeşim, eşim dostum ne der” düşüncesi var. Dolayısıyla toprak sadece erkekler arasında bölüştürülüyor. Düşünün ki yasal olarak teslim edilmiş bir hak, mülkiyet hakkı, gündelik yaşamda uygulanamıyor tam da bu katı ataerkil yapı nedeniyle. Ama bunun da günümüzde kırılmaya başladığını görebiliyoruz. Ben Hopa’da çalıştığım için tabii durum biraz daha farklı olabilir Rize’ye veya başka yerlere göre. Hopa’da biraz daha sol-sosyalist eğilimleri olan bir toplumsal yapı söz konusu. Öyle olunca kadın hareketinin de daha güçlü olduğu bir yer. Dolayısıyla ben mülkiyet haklarını talep eden, bunun için mücadele eden kadınlarla fazlasıyla karşılaştım. Bu açıdan çay ve kadınlar arasında yeni bir ilişki daha açılıyor. Çayla beraber güçlenen kadınların hikayeleri de var. Yani çayla ev kurmak, çayla beraber ayrı eve çıkmak vb. güçlenme pratikleri söz konusu.

Yani evet çay kadınların mülksüzleştirilme sürecini derinleştiriyor ama buna rağmen, kadınlar bu mülksüzleştirme girişimlerine rağmen aidiyet ve bağ kurmanın mülk edinmekten başka biçimlerini, kendi yordamlarını buluyorlar. Kadınlar için sahipliğin, ait olmanın tek biçimi mülkiyet değil Doğu Karadeniz’de. Tam tersi biçimde kadınlar, bugün hâlâ geleneksel pratiklerle kadim yordamlarla bostanlarını sürdürerek, tohumlar paylaşarak, birlikte mısır ekerek, çay bahçelerine çocukları gibi bakarak ait oluyorlar, yaşamı var ediyorlar. Bu bakımdan farklı bağları ve aidiyet biçimlerini icat ediyorlar.

“İnsanlar ve bitkiler arasındaki elbirliği ihtimalleri ilgimi çekiyor”

Çay çalışıyorsun, yalnızca bardağımızdaki çayı değil; çay bitkisinin etrafında neler olup bittiğini, çayın nasıl bir değişim, dönüşüm yarattığına odaklanıyorsun. Bu konuyu çalışmaya nasıl karar verdin?

Ben çayı Hopa’dan bakarak çalışıyorum. Rize ile daha farklı olduğunu belirtmek gerekir. Aslına bakılırsa bir köyden diğerine gittiğinizde bile bazı ilişkiler, pratikler veya durumlar değişebiliyor. Doğu Karadeniz’in böyle bir yanı var. Araştırmacıyı da güzel biçimde terbiye eden bir şey bu. Her şeyi genelleyemezsin diyor, her şey tek tip değil diyor, kolaya kaçmayı ve çoğu zaman tanımlar bulmayı engelliyor.

Dediğin gibi çalışmamda çayın yarattığı dönüşüme bakmaya çalışıyorum. Yani devlet eliyle Doğu Karadeniz’de yerleştirilen çay tarımı nasıl bir dönüşüm yarattı, bu dönüşüm nasıl bir yıkıma neden oldu ve bu yıkıma direnen aktörler, pratikler, ilişkiler neler buna odaklanıyorum. Bu pencere dahilinde de kadınların yaşamı, bitkilerle olan ilişkileri ve elbirliği pratikleri diyebileceğim tüketici olmayan ve tam aksine yaşamı sürdürmek için birbirine el uzatan türler arası ilişki formları merkezimde yer alıyor. Aslında temel niyetlerimden biri türler arası elbirliği ilişkilerine odaklanmak. İnsanlar ve insanlar ile bitkiler arasındaki elbirliği ihtimalleri ilgimi çekiyor. Bu elbirliği çay örneğinde görüldüğü üzere tahripkâr da olabiliyor, dolayısıyla romantize etmenin önüne geçen bir yanı da var.

Ama Hopa’ya ilk giderken kafamda hiç böyle bir boyut yoktu. Ben aslında Hopa’ya çay kooperatifi üzerine çalışmaya gittim. Yani gıda kooperatifleri meselesini ekoloji hareketinin bir parçası ve görece olarak piyasa dolayımından geçmeyen, hatta kısmen kapitalizm dışında ilişkiler kuran bir direniş şekli olarak görüyordum o zamanlar. Ama buna bakarken insanmerkezci olmayan bir bakış bulma gibi bir arzum da vardı açıkçası. Çünkü o dönemde Anna Tsing’in beni büyüleyen matsutake mantarı ve posthümanizm ile tanışmıştım. Çok sevgili Sibel (Yardımcı) ve Özlem (Güçlü) hocalarımın bir dersi sayesinde. Ayağımı bastığım bir diğer alan da müştereklerdi, tabii bu konuda da sevgili Begüm (Özden Fırat) hocamın etkileri büyüktü. Müşterekleri de insanmerkezci olmayan bir yerden düşünme denemeleri içindeydim ama bu dediğimi tam olarak nasıl yapacağımı da bilmiyordum açıkçası. Sonrasında Hopa’da yaşadıklarım, çayın yaşamda yaratmış olduğu dönüşüm, kadınların anlatıları, peşine tamamen tesadüfi olarak düştüğüm bazı bitkiler bana bu bahsettiğim kapıları araladı. Kooperatif yine tezimin bir parçası ama daha genel bir çerçevenin ve elbirliği ilişkilerinin bir parçası olarak var. Dolayısıyla Hopa yolculuğu içinde tez konum da çayla beraber, onun yapıp-ettikleriyle beraber değişti, dönüştü. Geldiğim noktada çay bahçesiyle beraber geçimlik bostanların da kadınların emeğinin de ve kooperatifin de dahil olduğu farklı elbirliği biçimlerini keşfeden ve gören bir açıyı bulmayı deniyorum. Fırsat bulmuşken bu noktayı bulmamı sağlayan, beni Hopa’da ağırlayan, dostluğunu, evini, sofrasını, düşüncesini/bilgisini paylaşan herkese teşekkürlerimi iletmek isterim. Ve bu röportaj fırsatı için de başta sana ve tüm Kadın İşçi ekibine teşekkürlerimle.

Fotoğraflar: Ayça Yüksel

Yazarın Diğer Yazıları

İlginizi Çekebilir

Son Yazılar