Skip to main contentSkip to footer

acun karadağ: bu günceleri kitaplaştırmamın bir nedeni de bir mücadele tarihi bırakmaktı

Acun Karadağ’ı KHK’lara karşı yürütülen Yüksel direnişiyle tanıdık… Direnişçiler bizlere bir hak mücadelesinin nasıl meşruiyet kazanıp, geniş kesimleri etkileyeceğini gösterdiler. Acun direniş güncelerini “Güneş Her şeyin Farkındaydı” isimli kitapta topladı. Onunla o günleri hatırlıyor ve gerçek eylem bilgisinin ne olduğunu öğreniyoruz.

Güncel

acun karadağ’ın adını çoğumuz gibi yüksel direnişiyle duydum. ardından sosyal medyada takip etmeye başladım. yüksel direnişçileriyle birçok konuda farklı düşünüyordum ama khk’lara karşı ses çıkarmalarına, seslerini duyurmalarına, her gün dayak ve gözaltına alınmalarına rağmen vazgeçmemelerine hayran oldum. sadece ben de değil, çok geniş bir kesimin hayranlığını kazanmışlar, umudu olmuşlardı. açlık grevi yaptıkları dönemde nuriye ve semih’in gülen yüzlerinin bulunduğu bir çıkartma her yerde karşımıza çıkıyordu. mizaha yatkınlığı da hemen göze çarpan acun, zaman içinde sosyal medyada yazmaya devam etti. solun, gazetecilerden, yazarlardan kanaat önderleri çıkartmaya çalıştığı dönemde direniş, bir eğitim emekçisinden fikirleri merak edilen bir kanaat önderi yaratmıştı. o süreçte onun öğrenmeye nasıl açık olduğunu da gördüm.

nuriye bugün hapiste, daha sonra yüz yüze tanışma fırsatını da bulduğum acun direnişi güncelerini bir kitapta topladı. kitap biraz uzun, tuğla gibi desem yalan olmaz. ama o günleri hatırlatmak açısından okunmaya değer. bu vesileyle acun’la bir röportaj yapmak istedim. cevapları da uzun ama bence okuyun, bir direnişçiyi, öğrenmeye ve öğretmeye düşkün bu kadını tanıyın.

Korkmama rağmen gerekeni yapmaya karar verdim

-kitaba başlar başlamaz ilk dikkatimi çeken şu oldu. eyleme başlarken korktuğunu, bununla nasıl başa çıktığını çok açık bir biçimde anlatmışsın. bunu biraz açar mısın?

Fark ettim ki Ayşe birçok insan korkusunun arkasına sığınıp sorumluluklarının gereğini yerine getirmiyor. Ve yine fark ettim ki birçok insan korkuyorum derken aslında konforunun bozulmasını istemiyor. Ve yine fark ettim ki birçok insan bilmediği karşısında korkuyor. Ve yine fark ettim ki birçok insan önceliklerine göre, korkusuna rağmen gerekeni yapıyor. Bunların hepsini yaşayarak öğrendim. Korkumun arkasına saklanmadım. Eylem yapmayabilir, hakkıma razı da gelebilir, kardeşlerimin desteği ile iyi kötü hayatıma devam edebilirdim. Ama Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan romanından o meşhur cümleleri kulağıma fısıldadı; “Bu hayatın bir manası olmak icap ederdi. İnsan, dünyaya sadece yemek, içmek, koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı. Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı.” İnsanca sebebim ‘onurlu bir yaşam ve emeğime sahip çıkmak’ oldu. Böylece mücadele korkumun önüne geçti. Daha doğrusu korkmama rağmen gerekeni yapmaya karar verdim. Evet, insan bilmediğinden de korkardı. Ama bir kez denemezseniz gerçekten korkulup korkulmayacağını da bilemezsiniz…

Örnek veriyorum, günlük hayatında elini sıcak tencereye değdirmeden yemek yapmaya dikkat eden, kendisini ateşten sakınan bir annenin, yangında çocuğu içeride kalmışsa çocuğunu kurtarmak için alevlerin içine dalmasını ne engelleyebilir? Bu örnek bize aynı zamanda bir duygunun, başka bir duyguyu ortadan kaldırdığını, öncelikli olanın onun yerine geçtiğini gösteriyor. Sanırım bende de böyle oldu. Onuruma yapılan saldırıya karşı ortaya çıkan öfkem korkularımı geriye attı.

İnsanın gün içinde ruh hali değişiyor. Gözaltından çıkıp evime geldiğimde, evin konforu, rahatlayan vücudum, bana ertesi günün zor olacağını söylerdi her gün. Ama kitapta da anlattığım gibi eylem alanına gidip, öğrencilerimi, okulumu, okula girip çıkan öğretmen arkadaşlarımı gördüğümde haksızlığı yeniden iliklerime kadar hissediyordum. Öfkem büyüyor, kendimi eyleme adanmış hissediyordum. Hele polisler eylem hakkımı engellemeye çalıştıklarında içimden bir dev çıkıyordu. Demek insan beyni böyle çalışıyor…

-yüksel khk’lara karşı çok etkili bir direniş oldu. bu bana şunu düşündürttü; kitlelerin desteğini kazanmak için kitlesel bir hareket örmek şart değil. doğru bir hatta az sayıda insan da etkili olabilir. sen bunu “bir odun yığını mı ısıtır yoksa sobadaki yanan tek odun mu” diye ifade etmişsin kitapta. bunu anlatır mısın?

Orada işlevsiz yığınlardan bahsediyorum. Aklıma hemen sendikaların kuruluşunda bir avuç insanın 12 Eylül cuntasının yasaklarına karşı mücadelesi geliyor. Faili meçhul cinayetlerle katledilmiş, işkenceden geçirilip bir tarlaya atılmış kadınlar, gözaltı ve tehditlerle karşılaşmış ama yılmadan mücadele etmiş kamu emekçileri binler değildi ama durmadılar, susmadılar, sendikaları kurdular ve yasalaşmasını sağladılar. Sonrasında zaten binlerce kamu emekçisi o ateşe geldik pervaneler gibi… Onlar sobada yanıp, bizi ısıtan birkaç odundu…

Yüksel’de direnenler de böyleydik. Diğer arkadaşları bilemem de ben sendikaların kuruluşunda bedel ödeyen devrimcilerle bir tutmam kendimi. O kadar güçlü olabileceğimi düşünmüyorum ama onların mücadelesinin ışığında yolumu bulduğum da bir gerçek. Doğru bir hat dediğimiz de budur zaten. Yüksel’de direnenler mücadele tarihini bilen, mücadelenin içinden gelmiş, dünyada ve Türkiye’de direnişlerin nasıl kazanıldığını, sendikalarımızın nasıl kurulduğunu okumuş, görmüş insanlardık.  Günce tutmamın, bu günceleri kitaplaştırmamın bir nedeni de bizden sonraya bir mücadele tarihi bırakmaktı aslında. Tecrübelerimizi paylaşmak istedim. Biz nasıl geçmişten ders alarak direndiysek, direnmeye niyetlenenlere de belki biraz ışık tutarız dedim.

Bizi güçlü kılan öfkemizdi

yıllarca dayak yediniz ve pes etmediniz, bu gücü nereden aldınız?

Valla Ayşeciğim dayak da gaz da plastik mermi de küfür de yedik. Tokuz hamdolsun. (gülüyor) Diğer arkadaşların hisleri nasıldır tam olarak tanımlayamam ama başlangıçta genel olarak haklılığımıza olan inancımız, öfkemizdi bizi güçlü kılan. Sonrasında kamuoyu desteği çok önemli… Belki baskıdan, gözaltından, dayaktan, gazlardan yılgınlığa kapılabilir acaba mı diyebilirdik, bilmiyorum. Yanımıza gelen insanların sözleri, bakışları, sonrasında basının bizlere yer verip haber yapması çok motive etti beni. İktidarın özellikle Süleyman Soylu’nun asılsız suçlamalarının bu kamuoyu desteğini kesmek üzerine planlanması, kamuoyunun direnişteki önemini de gösteriyor açıkça. Orada direnen birkaç kamu emekçisiymiş gibi görülebilir ama ben hep binlerce insanmışız hissiyle direndim. Aç kalsam karnımı doyuracak, düşsem kaldıracak, gözaltından çıkınca bizi karşılayacak birileri mutlaka vardı. Bunu bilmek güven veriyordu. Bu vesile ile bir kez daha teşekkür ediyorum tüm direniş dostlarına.

İnsanı koşulları yaratıyor. Mücadelenin içinde olanlarla yakınsanız siz de öyle biçimleniyorsunuz. Tabii ki çocukken aldığım eğitim beni güçlü kılıyordu hayata karşı. Örneğin ben eşimden alkol ve kumar nedeniyle boşandım. Ömür boyu onu çekebilir, idare edebilir, kendimi köreltip yaşamaya devam edebilirdim. Ama yaşamaya, kendimi geliştirmeye inancım vardı. O beni güçlü kıldı ve kestirip attım. Bu gücü politik mücadele için kullanmak sendikamda tanıştığım, sendikanın kuruluşuna şahit olmuş değerli insanların fikirlerimi etkilemesi sayesinde oldu. Gücümü geçmişimden, ailemden, dostlarımdan, yaşama sevgimden, politik tarihten aldım diyebilirim.

bu eylem ne gibi kazanımlar elde etti?

Ankara dışında sendikadan öğretmen bir arkadaşıma misafir oldum hapisten çıktığımda. Çok güzel ağırladı, çok ihtimam gösterdi sağ olsun. Annesine köye gittik bir hafta sonu. Bahçede mangal yaktılar şerefime. (gülüyor) Erkek kardeşi de bir yandan mangalla, çocuklarıyla ilgileniyor bir yandan da bira içiyordu. Bir bira da bana verdi. Arkadaşım dedi ki “Hayret, bizimki birasından kimseye vermez, hatta benim arkadaşlarımla da böyle samimi ilgilenmez, hayırdır” Bunu duyan kardeşinin söyledikleri tam da senin sorduğunu karşılıyor bence. “Benim kardeşim bugün ihraç edilmediyse, görevine devam ediyor, ekmek yiyorsa bu Acun Hocaların sayesindedir. Onlar o bedeli ödemeseydi…”

Bu, sadece bir insanın sözleri değildi. Genel kanı bu yönde. Direnişten sonra KHK’ların ve ihraç edilenlerin resmi rakamları da bunu böyle gösteriyor. Eğer bir karşı duruş ve kamuoyunun büyük desteğini almış direnişimiz olmasaydı büyük ihtimal ki bu iktidar tüm muhalifleri kamudan tasfiye edip kendi memurlarını atayana kadar KHK’lar devam edecekti. Yanlış hatırlamıyorsam, Bekir Bozdağ’ın buna dair sözleri vardı. “Biz 2012’de 600 bin memuru tasfiye edecektik ama 657 sayılı yasa önümüzde engeldi” demişti. Bu sözler iş güvencesine saldırı hazırlığında olduklarını ancak yasaların engellediğini, 15 Temmuz’un da onlar için gerçekten “Allah’ın lütfu” olduğunu gösteriyor. Buna rağmen sadece 140 bin kamu emekçisi ihraç edildi bugüne kadar.

Yüksel direnişçileri bağıra bağıra “KHK’lar hukuksuzdur, iptal edilmelidir” demeseydi, direnişçiler insani vasıflarını kamuoyuna tanıtmasaydı, bizlerin de aileleri, çocukları olduğunu, çevremizde saygın, kıymetli insanlar olarak bilindiğimizi, herkes kadar yurtsever, herkes kadar bu ülkede emeğimiz olduğunu anlatmasaydı ihraç edilen herkes hafızalarda “terörist” olarak kalacaktı. KHK’lılara yapılan her işkence meşrulaşacaktı. Hatırlıyorum da herkesin susup sindiği ilk aylarda Selçuk Kozağaçlı “Gözaltında başörtülü kadınları çıplak soyuyorlar, işkence ediyorlar” demişti. Bu sözler açıkça iktidarı teşhir etmişti. Meşruluğumuzu kamuoyuna duyurmasak başımıza neler geleceğini tahmin bile edemeyiz. Bugün KHK’ların hukuksuzluğu açıkça her yerde konuşuluyor, KHK’lı çocuğunu terk etmiş İslamcı çevrenin anne babaları, akrabaları “biz size haksızlık yapmışız, siz terörist değilmişsiniz, size haksızlık yapılmış” diyebiliyorsa bu Yüksel Direnişi sayesindedir.

Yüksel Direnişi’nde kadınların çoğunlukta olması rastlantı değil

Yüksel’in omurgasını kadınlar oluşturdu. Bu nasıl oldu?

Ayşe Düzkan bir feminist olarak bu soruyu sormasa şaşardım. (gülüyor) Ama bu sorular benim hoşuma gidiyor. Yani kadın tarafıma bir soru sorulunca içimdeki feminist ayaklanıyor. Kadınlar her şeydir demiyorum. Kadınlar üstündür demiyorum.

biz de öyle şeyler demiyoruz.(gülüyorum)

Ama toplumsal cinsiyetçiliğe rağmen kadın olmak beni güçlü hissettiriyor. Ve ülkemizde kadınların her şey olmadığını ama çok şey olduğunu görüyorum.

Yüksel’in omurgasını kadınların oluşturmasına gelince; Hiçbir şeyin tek nedeni olmadığı gibi nedenlerin de koşullardan ortaya çıktığını söylemeli. Dünyanın ezilen ulus hareketlerine bakınca bile direniş gücünün nasıl ortaya çıktığını anlayabiliriz. Roma’nın köleciliğine karşı ayaklanmalar, Amerika’da siyahilerin mücadelesi, Latin Amerika halklarının mücadelesi, ülkemizde Kürt hareketi, kadın mücadelesi… Her biri baskının, köşeye sıkıştırılmanın, yaşam hakkı tanınmamasının, sömürülmenin sonucunda ortaya çıkan isyan… “Yeter artık” ya da “Edi bese” söylemi insanın son noktası. Oradan sonrası hep hareket, hep direniş…

Bence Türkiye toplumunda da kadınlar bu nedenle daha güçlü. Bir yanımızda dini, bir yanımızda ahlaki dayatmalar, devletin aile modeli, bir yanımızda aklımız, doğamız ve hayallerimiz… Bir yanımızda koca dayağı, baba dayağı, abi dayağı, -ki anne dayağı da malum- öldürülme riski şurada duruyor, bir yanımızda yaşama tutunma içgüdülerimiz… Zıtların çatışmasından ortaya “doğru” çıkar. “Ben de varım, ben de yaşıyorum, hatta size rağmen varım” mottosu da bizim doğrumuz. O kadar baskıya, dayatmaya karşı yaşamak için daha güçlü olmaktan başka bir seçeneğimiz yok. Sürekli şımartılmış, erkekliği övülmüş, annelerinin hizmet ettiği erkekler büyümezken biz erken yaşta büyürüz, daha önce olgunlaşırız, ‘daha’ istemeye başlarız. Ne diyordu kadınlar direnişlerinde? “Dünya Yerinden Oynar Kadınlar Özgür Olsa…” Belki bu nedenle ataerkil düzen sürdürülmeye çalışılıyor çatırdamasına rağmen… Dünyayı yerinden oynatmayalım diye…

Bence Yüksel Direnişi’nde kadınların çoğunlukta olması bir rastlantı değil bu nedenlerle. Bizler bu baskıcı toplumdan dişimizle tırnağımızla sıyrılmış, kendi hayatını kurmuş, kendi ekmeğini kazanan, eşine babasına, abisine, dayısına, amcasına muhtaç olmadan ayakları üzerinde durmuş güçlü kadınlardık. Alev, Nazan, Nuriye… Bunca kazanımımızı bir OHAL KHK’sı ile bir gecede elimizden alacaksınız ve tüm hayatımızı resmi gazetede yayınlayıp resetleyeceksiniz öyle mi? Öyle değil beyler… O feodal düzeninizi bir meydanda direnerek yıkarız. Kadınların gücünü gösteririz… Göstermedik mi?

sanırım yüksel, cumartesi oturmalarından sonra solun örgütlediği ama kendisini müslüman olarak tanımlayan, rahatlıkla İslamcı diyebileceğimiz kesimlerin destek verdiği ilk eylem oldu. cumartesi’ye vicdana dayanan sebeplerle destek vermişlerdi, yüksel ise onların mağduriyetini de ifade etti. ne dersin?

Cumartesi oturmalarının Yüksel’le benzerliğini sen söyleyince fark ettim. Evet, geniş bir kesimi kucaklaması açısından bakıldığında benzetme yerine oturmuş. 15 Temmuz sonrası başlayan AKP’nin sivil darbesi ilk zamanlar cemaate yönelik tasfiye hareketi gibi görünmüştü. Hatta bir kısım öngörüsüz sol cemaate yapılanlara “oh olsun” demişti. Hatta inanılmaz gibi ama adını vermeyeceğim bir şehirde KESK üyesi birileri “İyi olur, onlar tasfiye edilince bizim çocuklarımıza devlette yer açılacak” diyordu. Bu kadar apolitik bir bakış açısı acınası… Kaldı ki apolitik, halktan insanlar bile “Başkasının acısı üzerine mutluluk kurulamaz” derlerdi. Benim bu bakış açısını aklım, vicdanım bir türlü kabul etmiyor.

Yüksel’de direnenlerden Fetullahçı cemaatin politikalarından olumsuz etkilenmemiş bir kimse yoktur. Hiç kimse değilse F Tipi hapishaneler politikalarını hayata geçirirken, hapishane saldırılarında Veli’nin kolunu kopardılar. Benim abim Siyasal Bilgiler Kamu yönetimi mezunuydu. Yıllarca mülakatlarda elendi. Kamu yöneticisi yaptırmadılar onu. Yıllarca işsiz kaldı ve intihar ederek gitti. Alev girdiği KPSS sınavında soru çalındı diye iptal edilince bir kez daha girmek zorunda kaldı sınava. Buna benzer herkesin bir acısı var onların devletin içine yerleştikleri döneme dair. Buna rağmen direnişçilerden hiçbirimiz AKP’nin KHK politikalarından canı yanan, tutuklanan, ailesi dağılan, kanserden, hastalıktan, yurt dışına kaçarken nehirlerde boğularak ölen FETÖ suçlaması ile sivil ölüme mahkûm edilen insanlara en azından bu dönemde geçmişim hesabını sormadık, oh olsun demedik.

 Nasıl ki sendikayı eleştirirken üyesini, tabanını yöneticisinden ayrı tutuyorsak, cemaattin de kadrosunu, yöneticilerini tabanından ayrı tutuyoruz. Devletin yolunu açtığı, hatta özendirdiği, teşvik ettiği kurumlarda çalışan öğretmenleri, hizmetlisi, çaycısı, köylüsü, öğrencisi, devlet erkânıyla toplanıp açtıkları bankaya para yatıranlar AKP istedi diye işinden edilemez, açlığa mahkûm edilemez. Kimse vicdanı tercihlerinden KHK ile vazgeçmeye zorlanamaz. Darbe suçsa darbeye fiilen katılanlar cezalandırılır. Yarın iktidarın yöneticileri yargılansa, ona oy verenleri de mi yargılayacağız? Böyle bir şey olamaz, hukuki de değil. Bunları da böyle açıkça çok kişi ifade etmez. İktidardan korkar, cemaate öfkesinden demez, politik olarak yetersizdir söylemez.

Biz bu bilinçle “KHK’lar hukuksuzdur” derken “Solculara karşı yapılırsa hukuksuz, cemaate yapılırsa hukuki” demediğimiz için İslamcı çevrelerin sempatisini kazandık. Onların da acısını gördüğümüz için direnişe desteklerini gördük.   Nasıl oh olsun diyebilirdik? Galiba bu nedenle yani onları da kendimizden ayırmadan “adalet” istediğimiz için sevdiler de bizi.

Geçenlerde Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun oğlunun düğününde bu mütedeyyin çevre ile (onlar kendilerini böyle tanımlıyor) bir masada oturduk. Galiba düğünün solcuları Alev, Nazan ve bendim bir de uzakta DEM partililerin oturduğu masa… Çevremiz bizimle sarılan, hatır soran İslamcılarla doldu, taştı. Tabii ki sohbet de edildi bir süre. Orada bu kaynaşma üzerine bir soru sordum ve birçok insan bu soruyu yerinde ve doğru buldu. Dedim “Genellikle felaket anlarında başlayan aşklar uzun ömürlü olmaz derler. (Burada güldüm. Hoş her zaman gülerim de…) Burada aynı acı ile sınanan insanların birbirlerine yakınlık duymaları, minnet duymaları, sevgi hissetmeleri çok normal. Neticede bizi yakınlaştıran, birlikte mücadele etmemizi zorlayan ortak bir düşman/saldırgan var. AKP’nin saldırılarına karşı bir arada duruyoruz. Yarın AKP gittiğinde, tehdit ortadan kalktığında kaç kişi burada kalacak, kaç kişi dostumuz olacak? Kaç kişi solcularla savaşmayı değil dayanışmayı seçecek?”

Bence bu soru direnişte İslamcı desteğe bakışımın da açıklaması. Ben merhametli bir insanım. Bana samimiyetle yaklaşan hiç kimseyi kendimden uzaklaştıramam. Acılarına sırtımı dönemem. Ancak cebimdeki “acaba”yı koşullar değişene kadar da çıkarıp atmam. Gerçeği, işler yoluna girdiğinde göreceğiz. Yeniden örgütlenip, kadroların etrafında buluşup yine bize savaş mı açacaklar yoksa devleti anlamış, müesses nizamın herkesi mevcut düzen için kullanabileceğinin farkına varmış olarak bundan sonra halktan biri olarak yaşamak için vaziyet mi alacaklar?

Bence Cumartesi oturmalarına verilen destek ile Yüksel direnişine İslamcı desteğin arasındaki fark da bu. Cumartesi oturmalarını büyütenler devletin neler yapabileceğini çoktan kavramış insanlar. Direnişe destek veren İslamcıların gerçek tavrını KHK sorunu çözüldüğünde AKP iktidardan düştüğünde net olarak göreceğiz.

“Bu halktan bir halt olmaz” diyen ukalalar kendilerinin de bu halkın bir parçası olmadığını mı sanıyor?

halka büyük güvenin ve sevgin var, tezer özlü’nun, son yıllarda çok yaygınlaşan “burası bizim değil bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi”nin tam aksi bir duygu durumu. bunu biraz anlatır mısın?

Evet, tam aksi… Biz halkız… Ben halkım. Halkın bir parçasıyım. Elbet kendimden yana olacağım, kendimi seveceğim, kendim için çalışacağım, kendim için dövüşeceğim. “Kötüsü de yok mu halkın” diye soruyorlar bazen. “Hepsini mi seviyorsun” diyorlar. Hepsini seviyorum evet… Kötülüğü sınıflandırıyorum çünkü. Bilinçli yapılanla bilinçsiz yapılan arasına kırmızı bir çizgi çekiyorum. Halk da kötü olabilir, hırsız olabilir, katil olabilir, kıskanç, hain, zalim, korkak, olabilir. Bunları bilerek seviyorum hepsini. Çünkü halkın tavrını, karakterini belirleyen halk değildir. Yönetenlerdir. Bilinci koşullar belirler ki o koşulları belirleme gücü de yönetenlere aittir. Amiyane söylersek “Ne kadar ekmek, o kadar köfte…”

Tezer Özlü çarpık düşünmüş. Tepede yıllardır bizi sömürenler eğitim sistemini, ekonomiyi, kültürü nasıl dizayn ettilerse onlardan kaçamayan halk da öyle şekil aldı. Bilinçli olanlar, solcular, devrimcilik iddiasında olanlar kime gittiler, kimlerle hemhal oldular, kimlere anlattılar ki halktan da kendilerine benzer bir bilinç beklediler? Hele “Bu halktan bir halt olmaz” diyen ukalalar kendilerinin de bu halkın bir parçası olmadıklarını mı sanıyorlar? Kendilerini onların üstünde bir yerde mi görüyorlar? Halk için ne yaptılar da halktan bilinç bekliyorlar?

Ben bu halkın içinde büyüdüm. Doğru bir biçimde anlatınca anlamaya meyyaldiler. Öğretmeye meyyaldiler. Birlikte öğrendik ne öğrendiysek… Terbiyeyi de terbiyesizliği de onlardan öğrendim. Halkın öğretmenlerinden eğitim aldım. Kitap okumayı, düşünmeyi halkın öğretmenlerinden öğrendim. Yemek yapmayı halktan kadınlar öğretti bana. Ölüme ağlamayı, düğünde oynamayı, sevmeyi-nefreti onlardan öğrendim. Küfür etmeyi, bahçeye domates fidesi dikmeyi, komşuma yemek götürmeyi, dedikodu yapmayı onlardan öğrendim. Sokağım temizse halkın çöpçüsü, karnım doyuyorsa halkın emeği sayesinde. Hasta olduğumda halkın doktor çocukları iyi etti beni.

Yazarın Diğer Yazıları

İlginizi Çekebilir

Son Yazılar